Video kaynaklar
Din veya İnanç Özgürlüğü’ndeki Filmler
Bu 8 filmlik set, din veya inanç özgürlüğünün (FORB) neleri kapsadığını ve ne zaman sınırlanabileceğini kavramanıza yardımcı olacaktır.
The films also give an introduction to the situation for freedom of religion or belief in various parts of the world. You can use the films for personal study or in group trainings, or use scripts of the films to develop the contents of your own talks.
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğü – Giriş
İzleyeceğiniz video düşünce, vicdan, din veya inanç özgürlüğünün neleri
kapsadığını ve ne zaman, nasıl sınırlanabileceğini inceleyen 8 videodan
ilkidir. Bu giriş bölümüne, insan hakları ile neyin ve kimin korunduğunu,
din veya inanç özgürlüğünün bize hangi hakları sağladığını öğrenerek
başlayacağız.
Önce size bir soru sormak istiyorum! Din veya inanç özgürlüğü hangi
dinleri korur?
Sizce bütün dünyaya yayılmış büyük dinleri mi?
Yoksa küçük veya alışılmadık dinler de dahil olmak üzere bütün dinleri
mi? Belki de her dini ve her inancı koruyordur?
Aslında bu hileli bir soruydu. Size hangi dinleri korur diye sordum. İnsanlar
genelde din veya inanç özgürlüğünün dinleri ve inançları koruduğunu
düşünür, fakat işin aslı öyle değildir! Diğer tüm insan hakları açısından
olduğu gibi, din veya inanç özgürlüğü de dinleri veya inançları değil,
insanları korur.
Din veya inanç özgürlüğü, eski dinlere, yeni dinlere, bir ülkede geleneksel
olan dinlere ve geleneksel olmayan dinlere inanan, kendisini bunlarla
özdeşleştiren veya buna göre ibadet eden insanları korur. Ayrıca, hangi
ülkede yaşadıklarına bakmaksızın, ateistler, hümanistler ve pasifistler gibi
temel yaşamsal konulara dair din dışı inançlara sahip olan insanları da
korur.
Din veya inanç özgürlüğü din veya inanç ile hiçbir şekilde ilgilenmeyenleri
bile korur.
Başka bir ifadeyle, din veya inanç özgürlüğü herkesi korur! Peki ne gibi
koruma veya haklara sahibiz? Bunun için uluslararası insan hakları
bildirgelerine ve sözleşmelerine bakmamız gerekir. Bunlardan en önemli iki
tanesi:
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (İHEB) 18.
maddesi ile
Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası
Sözleşme’nin (MSHS) 18. maddesidir.
BM bildirgeleri siyasi niyet açıklamasından ibarettir, fakat antlaşma ve
sözleşmeler üye devletler açısından yasal olarak bağlayıcıdır. Gelin şimdi
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne göz atalım.
18. madde
1. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olacaktır. Bu hak,
herkesin istediği dine veya inanca sahip olması ya da bunları benimsemesi
özgürlüğünü ve herkesin aleni veya özel olarak, bireysel ya da başkaları ile
birlikte toplu olarak, kendi din ya da inancını ibadet, icra, bunun icaplarını
yerine getirme ya da öğretme bakımından ortaya koyma özgürlüğünü de
içerir.
2. Hiç kimse, kendi seçtiği bir din ya da inanca sahip olma ya da bunu
benimseme özgürlüğünü zedeleyecek bir baskıya maruz bırakılamaz.
3. Bir kimsenin kendi dinini veya inançlarını ortaya koyma özgürlüğüne
ancak yasalarla belirlenen ve kamu güvenliğini, düzenini, sağlığını, ahlakını
ya da başkalarının temel hak ve özgürlüklerini korumak için gerekli
kısıtlamalar getirilebilir.
4. Bu Sözleşme’ye Taraf Devletler, ana-babaların ve, uygulanabilir olan
durumlarda, yasalarca saptanmış vasilerin, çocuklarına kendi inançlarına
uygun bir dinsel ve ahlaki eğitim verme özgürlüklerine saygı göstermekle
yükümlüdürler.
Peki korunan insanlar fiilen ne anlama geliyor? Bizler hangi haklara
sahibiz? Uluslararası hukukun din ve inanç ile ilgili sağladığı hakları yedi
başlık altında toplanabilir:
İlk iki başlık, din veya inanç özgürlüğünün özünü oluşturur:
• Bir dine veya inanca sahip olma, bunu seçme, değiştirme veya
bırakma özgürlüğü ve
• Bir dinin veya inancın icaplarını yerine getirme veya bunu ortaya
koyma özgürlüğü.
• Bunların ötesinde, din veya inanç konusunda baskıya ve
• Ayrımcılığa karşı korunma hakkı
• Ebeveynlerin ve çocukların din ve inanç ile ilgili hakları,
• Vicdani ret hakkı.
Din veya inanç özgürlüğünün bir diğer temel unsuru, sağlanmış olan
hakların nasıl ve ne zaman sınırlanabileceği ile ilgili kurallardır.
İnternet sitemizde bu başlıkların her birini ayrı ayrı ele alan ve bunların
uygulamada ne anlama geldiğini derinlemesine inceleyen filmler yer
almaktadır.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğü: Dine veya
inanca sahip olma ve bunları değiştirme hakkı
Din veya inanç özgürlüğünün ilk temel boyutu, dininize veya inancınıza özgürce sahip
olma, onu değiştirme veya bırakma hakkıdır. Bu karar kişisel kanaatleriniz ile ilgilidir ve
din veya inanç özgürlüğünün içsel boyutu olarak bilinir. Dine veya inanca sahip olma
veya bunları değiştirme hakkı mutlak bir haktır; yani, uluslararası hukuka göre, bu hak
asla sınırlanamaz. İster Hristiyan, Müslüman, Bahai, Yezidi veya Ateist olun, ister İsveç,
Singapur veya Sudan’da yaşıyor olun, savaşta ya da barışta, dini veya siyasi liderlerin
görüşleri ne olursa olsun, siz ve tüm diğer insanlar, inançlarınızı korumak ve yaşatmak,
yahut değiştirmek veya inançsız olmak hakkına sahipsiniz.
Tabii bu mutlak hak birçok insana tanınmıyor; birçok insan din veya inançları yüzünden
devletler, aile fertleri ya da yaşadıkları toplum içindeki farklı gruplar tarafından
cezalandırılıyor veya saldırıya uğruyor.
Bazı devletler belirli din veya inançları yasaklıyor. Örneğin Falun Gong (Dafa), Çin’de
yasaklanmış olan bir Budist inanç ve mezheptir. Falun Gong’a inanan insanlar,
inançlarından vazgeçmeleri baskısıyla hapis, işkence, zorla çalıştırma ve yeniden eğitim
gibi uygulamalara maruz kalıyor.
Eritre’de devlet sadece dört dini tanıdığı için, örneğin Pentekostalizm ya da Yehova
Şahitleri gibi devlet tarafından tanınmayan dinlere inanan insanlar çeşitli şekillerde çok
sert cezalara çarptırılıyor.
Din veya inanç özgürlüğüne yönelik ihlallerin daha üstü kapalı bir örneği de, insanların
dini kimlikleri veya inançları nedeniyle hedef alınarak şiddete uğradığı nefret suçlarıdır.
İnsanlar sırf belirli bir dine veya inanca sahip oldukları için saldırıya uğruyor.
Fransa’da Müslümanlara yönelik saldırı, taciz ve cezai yaptırım gerektiren fiiller 2015
yılında %250 oranında artmış; 336 vaka kayıtlara geçmiştir. Yahudilere yönelik nefret
suçlarının oranı da 715 vaka ile hayli yüksektir.
Meksika’nın kırsal kesimlerinde Protestan Hristiyanlar, geleneksel ve Katolik
Hristiyanlığı sürdürmek isteyen liderlerin uyguladığı şiddete maruz kalmakta veya
topraklarından sürülmektedir.
Birçok ülkede dini kimlik, ulusal kimlik ve devletin kimliği iç içe geçmiştir. Bu durumda,
dini azınlıklar ve çoğunluğun dinine mensup olmayan kişiler –ateistler de dahil–, vatan
haini veya hatta ulusal güvenliğe karşı tehdit olarak algılanabilir.
Bir dini veya inancı terk etme yönündeki mutlak hak çoğu zaman göz ardı edilmektedir.
Endonezya’da din özgürlüğü yasaları var, ama bu yasalar sadece belirli dinlere sahip
insanları koruyor: İslam, Katolik ve Protestan Hristiyanlık, Budizm, Konfüçyüsçülük ve
Hinduizm korunuyor. Ateizm korunmuyor. Eskiden Müslüman olan 30 yaşındaki Alex
Aan “Allah yoktur” yazdığı ve Facebook’ta bir Ateist sayfa açtığı için 2,5 yıl hapis ve
11.000 Dolar para cezasına çarptırıldı.
Aan, dini nefret veya düşmanlığa yönelik bilgi yaymak, internette dine küfretmek ve
başkalarını ateizme teşvik etmekle suçlandı. Facebook sayfasından açık bir özür mesajı
yazmasına rağmen, şiddet yanlısı çeteler tarafından dövüldü ve yaşadığı topluluk
içerisinde dışlandı.
İran’da İslam dininden Hristiyanlığa geçen kişiler, hele ki kayıt dışı ev kiliselerine
mensuplarsa, çok sert cezalara çarptırılabiliyor. Temmuz 2017’de din değiştiren dört kişi
“ulusal güvenliğe aykırı hareket etmek” suçlamasıyla 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bunlardan üçü daha önce, devlet tarafından halen Müslüman sayıldıkları ve İran’da
Müslümanların alkol tüketmesi yasak olduğu için, dini ayinde şarap içtikleri gerekçesiyle
80 kırbaç cezasına çarptırılmıştı.
Siyasi ve dini liderler sık sık kutsal metinleri ya da dini kural ve gelenekleri, çoğunluk
dininden ayrılanlara veya belirli gruplara mensup olanlara verilen yasak ve cezaları haklı
göstermek için kullanır. Bu cezalar arasında idam, hapis, işten çıkarma, evliliğin iptali
veya çocuğun velayetinin kaybı sayılabilir. Suudi Arabistan ve Pakistan gibi Müslüman
çoğunluğa sahip bazı ülkelerde İslamiyet’ten ayrılma hakkına yasal sınırlamalar
getirilmektedir. Öte yandan bunun tam tersi örneklere de rastlıyoruz. Sierra Leone’de
Müslümanlar nüfusun %70’ini, Hristiyanlar ise %20’sini oluşturuyor; din hayatın her
alanında görünür olmakla birlikte siyasileşmiş değil ve her iki yönde din değiştirmek de
oldukça yaygın.
Bu tür sorunlar sadece Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerle sınırlı değildir. Orta
Afrika Cumhuriyeti’nin bazı kesimlerinde, Anti-balaka milisleri olarak adlandırılan bir
grup, Müslüman azınlıkları Hristiyanlığa geçmemeleri halinde ölümle tehdit etmektedir.
Hindistan’da bazı eyaletlerde ise, din değiştirme hakkını kısıtlayan, örneğin din
değiştirmek isteyenlerin önce devlet makamlarından izin almasını şart koşan yasalar
vardır.
Öte yandan, bu hakkı ihlal edenler sadece devletler değildir. Hindistan’da, Hindu
milliyetçi gruplar Hristiyan ve Müslüman topluluklara karşı yoğun saldırılar
düzenlemekte, insanlar şiddet tehdidi altında din değiştirmek zorunda kalmaktadır. Bazı
hallerde, zorla göç ettirilen insanlar, evlerine geri dönebilmek için din değiştirmek
zorunda bırakılmıştır.
Bu sorunları sadece dindarlar yaşamıyor. Dini inançları veya din ve devlet arasındaki
ilişkiyi eleştiren insanlar da büyük tehlikelerle karşılaşabiliyor. Son yıllarda,
Bangladeş’te birçok blog yazarı dini fikir ve uygulamaları ve devleti eleştirdikleri için aşırı
radikal gruplar tarafından öldürüldü. Ne yazık ki, Bangladeş devleti bu aşırı radikal
şiddet yanlılarını durdurma çabasında henüz başarıya erişemedi. Kimi devletler ise dini
fikirleri eleştiren kişilere yönelik saldırıları kınamamaktadır. Bu sessizlik de şiddetin
haklı ve kabul edilebilir olduğuna dair bir algı yaratmaktadır.
Din veya inanç değiştirme özgürlüğü uluslararası düzeyde de oldukça tartışmalıdır.
Nitekim Birleşmiş Milletler’e üye devletler ne zaman yeni bir sözleşme veya bildirge
üzerinde anlaşsa, din değiştirme hakkı daha da zayıf bir dille ifade edilmektedir.
Ancak ifadeler zayıflasa da, Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Sözleşme’nin nasıl
yorumlanacağı konusunda ülkelere tavsiyeler vermekle görevli Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Komitesi “Bir dine veya inanca ‘sahip olma veya onu benimseme’ özgürlüğü,
kişinin dinini veya inancını sürdürme hakkının yanı sıra bir din veya inancı seçme,
mevcut dinini ve inancını bir başkasıyla değiştirme veya ateist görüşler benimseme
haklarını da hiç kuşkusuz ki kapsadığını” dile getirmektedir.
Özetlemek gerekirse, din veya inanca sahip olma ya da değiştirme hakkı mutlak bir
haktır. Bu hak hiçbir koşulda sınırlandırılamaz. Bununla birlikte, bazı devletler bu hakkı
sınırlandırmakta olup, ailelerin veya toplumsal grupların bireyleri belirli bir din veya
inanca sahip oldukları veya din veya inançlarını değiştirdikleri için çeşitli şekillerde
cezalandırdığı pek çok örneğe rastlanmaktadır.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet sitesindeki
eğitim materyallerini inceleyerek bir dine veya inanca sahip olma ve bunu değiştirme
hakkı ile ilgili daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğünün
kapsamı – Din ve inançları açıklama hakkı
Din veya inanç özgürlüğünün ikinci temel öğesi, öğretim, uygulama, ibadet ve dini
törenler yoluyla inancı açıklama özgürlüğüdür. Buna din veya inanç özgürlüğünün
dışsal boyutu denir. Dine veya inanca sahip olma ya da bunu değiştirme hakkından
farklı olarak, açıklama hakkı mutlak değildir; bazı durumlarda sınırlanabilir.
Açıklamak, inancın söz ve eylemlerle ifade edilmesidir. Uluslararası insan hakları
hukuku bunu aleni veya kapalı şekilde, tek başına yahut başkalarıyla birlikte
gerçekleştirme hakkı tanımaktadır.
Kendi başınıza dua etmek kadar, dininizi veya inancınızı toplu ibadet ve
geleneklerle, bir topluluğun parçası olarak ifade etme hakkına da sahipsiniz.
Ayrıca her bir inanç topluluğunun hem üyeleri üzerinde, hem de devletle olan
ilişkileri açısından hakları da vardır. Bunların en başında, tüzel kişilik kazanmak
isteyen din ve inanç topluluklarına devletin bu imkânı tanıması gelmektedir;
böylece banka hesabı açabilir, personel çalıştırabilir, taşınmaz edinebilir ve işletme
işletebilirler.
Kişi ve gruplar din veya inancı çok farklı şekillerde uygulayabilir veya açıklayabilir.
Bu amaçla korunması gereken faaliyetler Birleşmiş Milletler uzmanları tarafından
örneklerle açıklanmıştır:
– İbadet etmek için bir araya gelmek, bayramları kutlamak ve dini tatil
günlerini belirlemek.
– Dini kıyafetler giymek ve özel beslenme rejimlerine uymak.
– İbadet yerlerine ve mezarlıklara sahip olmak ve dini semboller
taşımak/sergilemek.
– Örneğin hayır kurumları oluşturarak toplumsal bir rol oynamak.
– Din veya inancı tanıtmak ve öğretmek, inanç önderlerini eğitmek veya
atamak.
– İnancınız hakkında yazı yazmak, yayımlamak ve bunları dağıtmak.
– Ulusal ve uluslararası seviyede inanç sorunları hakkında görüş
alışverişinde bulunmak.
– Ayrıca gönüllü bağış toplamak.
Tam bu noktada; “Harika! Bütün bunlar benim topluluğum için istediğim haklar,”
diyor olabilirsiniz!
Öte yandan, kaygı duyuyor da olabilirsiniz! Peki ya üyelerine baskı uygulayarak
kontrol altında tutan ya da nefreti ve şiddeti teşvik eden gruplar ne olacak? Onlar
da kendi inançlarını ve yaymakta ve uygulamakta özgür mü?
Buna iki açıdan yanıt verebiliriz:
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 5. maddesi, bir hakkın başka hakları yok
etmek için kullanılmasını yasaklar. Dolayısıyla, din veya inanç özgürlüğü devlete,
herhangi bir kişiye veya topluluğa, insanlara baskı uygulama, şiddeti teşvik etme
ya da şiddet eylemleri gerçekleştirme hakkı vermez.
Fakat birçok devlet ve topluluk baskı veya güç kullanmaktadır. Oysa din veya inanç
özgürlüğü onlara böyle bir hak tanımamaktadır. Aksine, bu özgürlük baskı ve
şiddete uğrayan insanları korumak için mevcuttur.
İkincisi, bir inanca sahip olma veya bir inancı seçme hakkı sınırlanamazken, bir
dini veya inancı açıklama ve uygulama hakkı sınırlanabilir. Fakat 18. madde bu
sınırlamanın ancak dört kurala uyularak yapılabileceğini söylemektedir:
Sınırlama kanunla öngörülmeli, diğer insanları korumak için gerekli olmalı,
ayrımcılık içermemeli ve konu edindiği sorun ile orantılı olmalıdır.
Bu kurallar çok önemlidir, bunlar olmazsa devlet hoşlanmadığı her grubu veya
uygulamayı sınırlandırabilir.
Sınırlamalar devletin denetim aracı olarak değil, son çare olarak görülmelidir.
Ancak ne yazık ki, pek çok hükümet bu kuralları hiçe saymakta olup, dinini
açıklama hakkına yönelik sayısız devlet ihlali mevcuttur.
İnanç topluluklarının tesciline dair kısıtlayıcı yasalar büyük bir sorun
oluşturmaktadır. Kimi hükümetler dinin veya inancın uygulanması hakkını tescil
edilme şartına bağlamıştır. Bu şart uluslararası hukuku ihlal etmektedir. Tescil
hiçbir zaman inancını açıklama hakkına dair bir ön koşul sayılmamalı, sadece tüzel
kişilik kazanmak isteyen inanç toplulukları için bir şart olarak öngörülmelidir.
Resmi olarak tescil edilmemiş dini inançların açıklanmasını yasaklayan devletlerin
çoğu, bu toplulukların yasal kimlik kazanmasını sınırlayan yasalara sahiptir.
Örneğin, Kazakistan’da resmen tescil edilmemiş dini faaliyetler yasaklanmış olup,
birçok inanç topluluğuna tescil imkânı tanınmamaktadır. Kendi dini
topluluğunuzun dışındaki kişilerle din hakkında konuşmak da yasaktır ve tüm dini
yayınlar kullanılmadan önce sansürden geçirilmektedir. Bu durum bütün dini
toplulukları etkilemektedir.
Hükümetler dini uygulamaları birçok farklı yöntemle kısıtlar. Vietnam hükümeti
Hoa Hao Budistlerinin kutsal pagodalarına girmesini engellemek amacıyla kontrol
noktaları kurmuştur. Suudi Arabistan’da gayrimüslimlerin ibadet etmesi yasaktır
ve bazı göçmen işçiler, ibadet amaçlı toplantılara yapılan baskınlarla tutuklanmış
ve ülkeden sınır dışı edilmiştir. Çin ve Endonezya’nın bazı bölgelerinde kiliseler
yetkililer tarafından yıkılmıştır.
Rusya’da aşırılıkları engelleme yasası çerçevesinde, binlerce barışçıl dini yayın
yasaklanmıştır. Bir yayının yasak olup olmadığını saptamak neredeyse
imkânsızken, o yayını bulundurmak para veya hapis cezası yahut ilgili dini
topluluğun yasaklanması ile sonuçlanabilmektedir. Hangi inancın, nerede ve
kimler tarafından paylaşılabileceği konusunda da ciddi kısıtlamalar mevcuttur.
Fransa’da bazı belediye başkanları, surat dışında bütün vücudu kaplayan bir yüzme
kıyafeti olan haşemayı kamu düzeni gerekçesi ile yasaklamaya çalışmıştır. Bu yasa
en yüksek idari mahkeme tarafından iptal edilmiş olmakla birlikte, yüzü kapatan
kıyafet yasağı halen geçerlidir. Bazı Avrupa ülkelerinde ise Helal ve Koşer hayvan
kesimi yasaklanmıştır.
Dini açıklama hakkı bazen toplum içerisindeki kişi ve grupların eylemleri ile de
sınırlanmaktadır. Dokuz Avrupa ülkesinde yaklaşık 5000 Yahudi ile yapılan bir
ankette, katılımcıların %22’si can güvenliği nedeniyle Kippa gibi dini kıyafetler
giymekten kaçındıklarını belirtmiştir. Birçok ülkede Yahudi mezarlıklarına yönelik
saygısız davranışlar gözlenmektedir.
Mısır, Pakistan ve Nijerya gibi ülkelerde insanlar İslamiyet adına şiddet uygulayan
terör örgütlerinin saldırılarından korktukları için ibadet yerlerine gitmekten
çekinmektedir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin bazı kesimlerinde, Müslümanları
hedef alan milis saldırıları nedeniyle toplu cuma namazları imkânsız hale gelmiştir.
Özetlemek gerekirse, dinini veya inancını açıklama özgürlüğü hem bireylerin hem
de toplulukların inançlarını söz ve eylemlerle ifade etme hakkını korumaktadır. Bu
açıklama özel alanda yapılabileceği gibi, aleni bir nitelik de taşıyabilir. İnsan
hakları belgeleri, korunan uygulamalar ile ilgili birçok örneğe yer vermektedir ve
inanç grupları için en önemli korumalardan biri yasal kimlik edinme hakkıdır.
Din veya inanç özgürlüğü sınırlanabilir, ancak bunun için katı kurallar
çerçevesinde söz konusu sınırlamanın yasal olması, başka insanları korumak için
gerekli olması, ayrımcılık içermemesi ve ele aldığı sorunla orantılı olması şarttır.
Ne yazık ki pek çok devlet bu kurallara uymamaktadır. Dini veya inancı açıklama
özgürlüğü hem hükümetler hem de toplumsal gruplar tarafından ihlal
edilmektedir.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet
sitesindeki eğitim materyallerini inceleyerek dini veya inancı açıklama hakkı ile
ilgili daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğünün
kapsamı – Baskı yasağı
Din veya inanç özgürlüğünün önemli bir boyutu da baskı yasağıdır. Baskı, birisinin
sizi bir şey yapmanız için zorlaması veya tehdit etmesidir.
Herkesin dinine veya inancına sahip olma veya bunu değiştirme hakkı, din veya
inanç özgürlüğünün temellerinden biridir. Bir başka deyişle, din veya inanç ve
bunların açıklanması yalnızca gönüllülüğe dayanmalıdır.
Baskı yasağı da buradan kaynaklanır. Hiç kimse, hiçbir devlet, dini lider veya
herhangi bir kişi veya topluluk, inanç ya da uygulamalarını başkasına dayatma
hakkına sahip değildir. Hiç kimse başkalarını bir dine veya inanca inanmaya, bunu
sürdürmeye veya değiştirmeye zorlayamaz.
Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme, 18. madde 2. fıkra
“Hiç kimse, kendi seçtiği bir din ya da inanca sahip olma ya da bunu benimseme
özgürlüğünü zedeleyecek bir baskıya maruz bırakılamaz.”
Bu boyut sadece devletlerin insanlara baskı uygulamasını yasaklamakla kalmaz,
devletlere bireyleri toplumdaki diğer insan veya topluluklardan gelebilecek tehdit
veya şiddetten koruma yükümlülüğü de yükler.
Ne var ki, dünya genelinde tehdit, şiddet veya para ve hapis cezası gibi birçok baskı
olayına rastlanıyor. Bu baskılar, din değiştirme karşılığında iş teklifi veya belirli bir
dini veya inancı terk etmemek ya da reddetmek durumunda insanların sağlık ve
eğitim hizmetlerine erişimini engelleme gibi daha kurnazca biçimlerde de
karşımıza çıkabiliyor.
Bazen devletler de resmi olarak hukuki düzenlemelerle veya yerel makamların
işlemleriyle bu baskılara ortak olabiliyor
Bahai topluluğu İran’daki en büyük gayrimüslim dini azınlıktır. 1979 devriminden
bu yana, Bahailer İslamiyet’e geçmeleri için hükümet politikaları ile sistematik
olarak baskı ve zulme uğramaktadır. Devrim sonrasında 10 yıl boyunca, sırf dini
inançları yüzünden 200’den fazla Bahai öldürülmüş, yüzlercesi işkenceye
çarptırılmış veya hapsedilmiş ve on binlercesi işlerini, eğitim ve diğer haklara
erişimlerini kaybetmiştir.
2017 Aralık ayı itibariyle İran’da 6’sı ulusal çapta inanç önderi olmak toplam 97
Bahai vicdan mahkûmu olarak hapiste bulunuyordu.
Bu örnek ayrımcılık ile baskı arasındaki bağlantıyı net biçimde gözler önüne
seriyor. İran’da Bahailerin üniversiteye gitmesi ve kamu sektöründe çalışması
yasaktır. Bu ayrımcı yasa bir baskı yaratmaktadır. Bir öğrencinin veya çalışanın
Bahai olduğu anlaşılırsa, ya dinini değiştirecek ya da var olan konumunu
kaybedecektir.
Kimi zaman şiddet yanlısı milliyetçi veya radikal gruplar da insanları din veya
inançlarını değiştirmeye zorlamaktadır. Kendisine İslam Devleti adı veren Işid,
Yezidilere ve Hıristiyanlara din değiştirmeye baskısı yapmış ve reddedenleri
öldürmüştür. Hindistan’da Hint Milliyetçileri toplumsal şiddet kullanarak
insanları zorla Hinduizm’e döndürmeye çalışmaktadır. Myanmar’da ordu
Budizm’e geçmeleri için Hıristiyanlara silah zoruyla baskı uygulamaktadır. Orta
Afrika Cumhuriyeti’nin bazı kesimlerinde Müslümanlar Hıristiyanlığa
geçmemeleri halinde ölümle tehdit edilmektedir.
İnsanların bir din veya inanç sahibi olma, bunu benimseme veya değiştirme hakları
açısından resmen kabul edilen bir baskı yasağı bulunmakla birlikte, birçok insan
dinlerini uyguladıkları için hem devletten hem de toplumdan baskı görmektedir.
Buna ilişkin bir örnek de kadınların kıyafetleridir. Bazı ülkeler yasalarla kadınları
dini kıyafetler giymeye zorlarken, bazıları da bunu tamamen yasaklamaktadır. Bu
durumda, dini kıyafet giyen kadınlar kendi inanç topluluğu dışındaki kişilerin, dini
kıyafet giymeyen kadınlar ise kendi inanç topluluklarına üye kişilerin tacizine
maruz kalabilmektedir.
Bu baskılar çok çeşitli kesimleri etkileyebilmektedir. Birçok ülkede dini inanç veya
uygulamaları devletin ideolojisinden veya toplumsal normlardan farklı olan
insanlar baskıya uğramaktadır. Azınlıklar, ateistler, din değiştirenler ya da
“yabancı” olarak görülen dinlere mensup kişiler bu durumdan etkilenmektedir.
Dini topluluklar içerisinde tanrıtanımaz, kâfir olarak görülen veya dinin
gereklerini yerine getirmediği düşünülen kişiler, devletten, ailelerinden veya
toplumdan gelen baskılarla inançlarını ve davranışlarını değiştirmeye
zorlanabilmektedir.
Özetle, baskılar tehdit, şiddet, ayrımcılık, para veya hapis cezası içerebilir ve
devletten, kişilerden veya toplumsal gruplardan kaynaklanabilir. Kimseye baskıya
uygulanamayacağını savunan uluslararası insan hakları hukuku, devletlere sadece
bu yönde bir yasak getirmekle kalmayıp, toplumdaki baskıları önlemek ve
durdurmak için etkin bir şekilde hareket ederek insanları koruma ödevi de
yüklemektedir.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet
sitesindeki eğitim materyallerini inceleyerek baskı yasağı konusunda daha detaylı
bilgiye ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
4. Baskı yasağı
Baskı, bir şey söylemek veya yapmak için zor uygulanması anlamına gelir. Bu videoda devletin din veya inanç konularında baskı uygulamama yükümlülüğü ve kişileri toplumun baskısından koruma ödevi inceleniyor. Dünyanın dört bir yanından örneklerle çeşitli baskı biçimleri ortaya konuyor.
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğünün
kapsamı – Ayrımcılık yasağı
Din veya inanç özgürlüğü ile yakından ilişkili bir başka hak da ayrımcılıktan
korunma yasağıdır. Ayrımcılık, bazı insanların kişisel özellikleri yüzünden
başkalarından daha farklı uygulamalara tabi tutulmasıdır.
Uluslararası insan hakları hukukunun temel kurallardan biri, devletlerin din veya
inanç da dahil olmak üzere herhangi bir gerekçeyle ayrımcılık yapmasına izin
verilmemesidir. Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin ve İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’nin 2. maddesi bu hakkı tanımlar.
MSHS, 2. madde, 1. fıkra
Bu Sözleşme’ye Taraf her Devlet kendi ülkesinde yaşayan ve yetkisi altında
bulunan bütün bireylere ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka fikir,
ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğum ya da başka bir statü
bakımından hiçbir ayırım gözetmeksizin bu Sözleşme’de tanınan hakları
sağlamak ve bu haklara saygı göstermekle yükümlüdür.
Yani, dine veya inanca dayalı ayrımcılık yasaktır. Ayrımcılık yasağı baskı yasağını
da yansıtır. Devlet sadece kendi işlemlerinde ayrımcılıktan kaçınmakla yükümlü
olmayıp, toplumda ayrımcılığı önlemek ve durdurmak amacıyla etkin bir şekilde
hareket etmekle de yükümlüdür.
Ne var ki, din veya inanç özgürlüğüne yönelik en sık yaşanan ihlal muhtemelen
ayrımcılık konusundadır ve bu olgu tüm din ve inanç gruplarını etkilemektedir.
İsveç’te, araştırmalar istihdam konusunda Yahudilerin %26, Müslümanların ise
%30 oranında daha düşük bir şansa sahip olduğunu göstermektedir. İşverenlerin,
işyerinde haç veya türban gibi dini sembollerin kullanımını yasaklamasının
ayrımcılık olup olmadığı veya ne zaman ayrımcılık oluşturduğu sorusu da önemli
bir mesele olup, birçok kez Avrupa mahkemeleri ve BM İnsan Hakları Komitesi
huzuruna taşınmıştır.
Ayrımcılık çok çeşitli şekillerde yapılabilir. Bazen devlet tarafından bir inancın
diğerlerinden üstün görülmesi, örneğin devlet kaynaklarının farklı gruplara tahsisi
sırasında ayrımcılık yapılması biçiminde görülebilir. Bazen çok daha ağır yaşanır,
hakların reddine dek varabilir; birtakım topluluklara yasal kimlik tanınmaması
veya ibadet yerleri kurmalarına izin verilmemesi buna örnek oluşturmaktadır.
Dine veya inanca dayalı resmi ayrımcılık yalnızca dini faaliyetleri değil; evlilik,
velayet veya işe erişim, barınma, sosyal yardımlar ya da adalet gibi hayatın her
alanını etkileyebilir.
Birçok ülkede kimlik kartında din hanesi yer alır. Bu durum, azınlıkları,
kimliklerini göstermeleri gereken her durumda ayrımcılığa açık hale getirmektedir
Endonezya’nın bazı kesimlerinde Hindular, yerel makamların çıkardığı zorluklar
sebebiyle evlilik veya doğum kaydı için uzaktaki şehirlere gitmek zorunda kalıyor.
Hıristiyanlar da kilise inşa etmek veya onarmak için izin almakta sorunlar yaşıyor.
Ulusal mahkemeler defalarca Hıristiyanlar lehine karar verdiği halde, yerel
makamlar aşırı radikal gruplardan şiddet eylemlerinden korktukları için bu
kararları görmezden geliyor.
Pakistan’da ise ayrımcı yasalar Ahmediye mezhebinin vaazlarını, din yayın basıp
dağıtmasını suç saymış ve oy verme haklarını ellerinden almıştır.
Kenya’daki insan hakları örgütleri, devlet inkâr ediyor olsa da, ülkede yürütülen
terörle mücadele kapsamında Müslümanların yaygın olarak hedef alındığını, toplu
olarak cezalandırıldığını, keyfi gözaltı, işkence, öldürme ve kayıp olaylarının
yaşandığını belirtmektedir.
Myanmar’da Budist rahipler, ülke genelinde yirmi iki köye Müslümanların
girmesini veya kalmasını yasaklayan tabelalar asarak, köy halkının Müslümanlar
ile evlenmesini engelleyerek köylerini Müslümanlardan arındırdıklarını ilan edip
nefret propagandası yürütmektedir. Yetkililer ise bunu durdurmak için hiçbir şey
yapmamıştır.
İnsanlar genellikle birden fazla temelden ötürü, örneğin hem din, hem etnik köken,
toplumsal cinsiyet ve sınıf temelinde ayrımcılığa maruz kalmaktadır. İnsan hakları
dilinde buna kesişimsel ayrımcılık denir. Bu nedenle bazı gruplar, örneğin
kadınlar, yerli halklar, LGBT toplulukları, göçmenler ve mülteciler din veya inanç
özgürlüğü ihlallerine daha açık hale gelmektedir.
Hindistan’daki bir kesişimsel ayrımcılık örneğini ele alalım:
Hint kast sistemi, insanları üst ve alt kastlara veya Dalitler gibi kastsız gruplara
ayıran bir tür sabit sınıf sistemidir. Genelde toplumun en yoksul kesimini
oluşturan Dalitler ağır sosyal ve ekonomik ayrımcılığa maruz kalıyor. Kökeni
Hinduizm’e dayanıyor olsa da, kast sistemi bütün Hint toplumuna nüfuz etmiş ve
değişik inançlardan olan insanlar belirli kastlara mensup kabul ediliyor. Örneğin,
birçok Hıristiyan ve Müslüman Hintli esasen Dalit kökenlidir.
Hindistan bağımsızlığını kazandığında devlet kast sistemini yasakladı ve pozitif
ayrımcı bir yöntem uygulayarak kast sistemiyle mücadele etmeye çalıştı. Bu
yöntem kamu görevlerinde ve devlete ait yükseköğretim kurumlarında Dalitlere bir
kota ayrılmasını ve birtakım maddi yardımlar sağlanmasını içeriyor. Buraya kadar
her şey güzel görünüyor. Ne var ki, bu yardımlar sadece Hindu Dalitlere, Sihlere ve
Dalit kökenli Budistlere sağlanıyor, Hıristiyan ve Müslüman Dalitler bu
olanaklardan yararlanamıyor.
Hıristiyan ve Müslüman Dalitler toplum içerisinde hem kastları hem de azınlık
dinleri nedeniyle ayrımcılığa uğruyor. Devlet tarafından dinleri sebebiyle
ayrımcılığa maruz kalıyor ve kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan pozitif
ayrımcı tedbirlerden yararlanamıyor. Bu durum Hıristiyan ve Müslüman Dalitlerin
ekonomik ve sosyal gelişimlerini olumsuz etkiliyor.
Özetle, devletlerin insanlara din veya inanca dayalı olarak ayrımcılık yapmasına
izin verilmemektedir. Devletlerin ayrıca toplumdaki ayrımcılığı önlemek ve
durdurmak için etkin bir şekilde önlem alma yükümlülüğü mevcuttur.
Ayrımcılık çeşitli şekiller alabilir ve hayatın her alanını etkileyebilir. Çoğunlukla
insanlar din veya inanç temelini de içeren kesişimsel ayrımcılığa maruz
kalmaktadır.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet
sitesindeki eğitim materyallerini inceleyerek ayrımcılık yasağı ile ilgili daha detaylı
bilgiye ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Din veya İnanç Özgürlüğünün
kapsamı – ebeveynler ve çocuklar
Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme’nin 18. maddesi
ebeveynlere ve çocuklara din veya inanç özgürlüğü ile ilgili belirli haklar tanır.
Ebeveynler ve vasiler çocuklarına din ve ahlak eğitimi verme ve aile yaşamlarını
kendi inançlarına göre düzenleme hakkına sahiptir.
Ancak insan hakları sadece yetişkinler için değildir! Çocukların da din veya inanç
özgürlüğü vardır; buna, örneğin bir din veya inanç topluluğunun parçası olmak,
dini bayramlara ya da ibadetlere katılmak da dahildir.
Çocuklar ayrıca ebeveyn veya vasilerinin istekleri doğrultusunda din eğitimine
erişim hakkına sahiptir. Çocuklar, ebeveyninin istekleri dışında belirli bir
dine/mezhebe yönelik bir eğitime katılmaya zorlanamaz ve çocuklar
olgunlaştıkça, istekleri daha fazla dikkate alınmalıdır.
Bu hakların ihlaline dair pek çok örnek mevcuttur. Orta Asya ülkelerinde
devletler, biraz da Sovyet döneminden kalan alışkanlıkla, toplumsal hayatı her
açıdan kontrol altında tutmak istiyor. Örneğin Tacikistan’da 18 yaşından
küçüklerin, cenaze törenleri dışında, dini ayin veya faaliyetlere katılmaları
yasaktır. Başka kimi Orta Asya ülkelerinde devletler, camilere ve Hristiyan
kiliselerine giden yahut yaz kampı gibi etkinliklere katılan okul yaşındaki
çocukları sorgulamakta, taciz etmekte ve okullarda alenen teşhir etmektedir.
Yani bazı devletler çocukların dinlerini yaşamasına engel olmaktadır. Bazı
devletler ise, azınlıklara mensup çocukları, çoğunluk dinine geçmeleri amacıyla,
zorunlu dini eğitime tabi tutmaktadır. Tüm bunlar, devletlerin çocukları sadece
teoride değil, pratikte de belirli bir dine veya mezhebe yönelik eğitimden muaf
tutma yükümlülüğüne rağmen yaşanmaktadır.
Türkiye’de bu alanda birtakım reformlar yapılmış olmakla birlikte, din kültürü ve
ahlak bilgisi müfredatı ve ders kitapları hala belirli bir mezhebe yönelik bir eğitim
içermektedir. Yahudi ve Hristiyan öğrenciler teorik olarak bu derslerden muaftır,
ne var ki uygulamada bu muafiyeti elde etmek zor veya imkânsız olabilmektedir.
Alevi, Bahai, Ateist ya da Agnostik ailelerin çocukları veya kendileri bu inançları
benimsemiş olan öğrenciler bu dersleri almaya mecbur bırakılmaktadır. Bu
örneklerin hepsinde, hem ebeveynlerin hem de çocukların hakları ihlal
edilmektedir.
Çocuk Haklarına dair Sözleşme (ÇHS) kabul edilmeden önce, uluslararası insan
hakları hukukunda çocuk hakları özel olarak ele alınmış değildi. Çocukların da
hak sahibi olduğunu vurgulayan ve 14. maddede çocukları da kendi din veya
inanç özgürlüğüne sahip sayan Sözleşme ile bu durum değişmiştir.
14. madde, çocukları hem bağımsız hem de savunmasız bireyler olarak görmekte,
din veya inanç özgürlüğünü kullanırken, özellikle devlet ile olan ilişkilerinde,
ebeveyn yardımına ve rehberliğine ihtiyaç duyduğunu öngörmektedir.
Sözleşme, tüm hususlarda yön göstermesi gereken ilkenin çocuğun yüksek
menfaati olduğunu dile getirmektedir. Aynı zamanda çocuğun kendisini
ilgilendiren her konuda görüş bildirme hakkını vurgulamaktadır. Ne var ki, bu
yüksek menfaatlerin neler olduğuna karar verip çocuklar adına konuşanlar
genelde, başta ebeveynler olmak üzere yetişkinler olmaktadır.
Oysa bazen çocukların ve ebeveynlerin menfaatleri birbirinden farklı
olabilmektedir. Bu durumda çocukların din veya inanç özgürlüğü ile ebeveynlerin
söz konusu hakları arasında bir denge gözetilmelidir.
Örneğin, çocuk hangi yaşta dini uygulama veya inanç ile ilgili kendi kararını
verme hakkına sahip olacaktır? Diyelim ki kiliseye gitmek isteyip istemediği
hakkında ne zaman söz sahibi olacaktır?
Çocuk Haklarına dair Sözleşme’ye göre, din veya inanç konularında ebeveyn
yönlendirmesi çocuğun gelişimiyle orantılı bir şekilde yürütülmelidir. Başka bir
ifadeyle, çocuk ne kadar büyür ve olgunlaşırsa, sahip olması gereken özgürlükler
de o oranda artmalıdır.
Yetişkinliğe geçiş yaşı uluslararası hukukta 18 olarak kabul edilmekle birlikte,
çocukluk çağında gelişim kaydettikçe çocuklara ne ölçüde bağımsızlık ve zihinsel
olgunluk atfedileceği sorusunun cevabı kültürden kültüre ve bağlamdan bağlama
değişmektedir. Farklı ülkeler bu konuda farklı yasa ve düzenlemelere sahiptir.
Örneğin İsveç’te, 12 yaşından büyük bir çocuğun kendi iradesi dışında bir dini
topluluğa üye yapılması mümkün değildir.
Çocuk Haklarına dair Sözleşme, ebeveynlerin çocukları nasıl yetiştirmesi
gerektiği konusunda evrensel bir norm getirmektedir; bir dinin veya inancın
uygulanması çocuğun beden veya ruh sağlığına yahut gelişimine zarar veremez.
Ebeveynin din veya inanç özgürlüğü ile çocuğun haklarının çatıştığı durumlar
nadiren mahkemelere taşınmaktadır. Ancak örneğin Yehova Şahitleri’nin
çocuklarına kan naklini engelleme hakkı, mahkemelerin ebeveynin din veya inanç
özgürlüğü aleyhinde tutum takınarak, çocuğun yaşam hakkını savunduğu
durumlara dair bir örnek oluşturmaktadır.
Bu filmde ebeveynlerin ve çocukların haklarını gözden geçirdik.
Çocuklar din veya inanç özgürlüğü hakkına, ebeveynler ise çocuklarını kendi
inançlarına göre yetiştirme hakkına sahiptir. Bu yetiştirme çocuğun gelişimi ile
orantılı bir şekilde yürütülmeli ve bir dinin veya inancın uygulanması çocuğun
beden veya ruh sağlığına ya da gelişimine zarar vermemelidir. Bu hakka yönelik
ihlallere örnek olarak, çocukları dinlerini yaşamaktan alıkoyan devletler ya da
azınlıklara mensup çocuklara çoğunluk dininde eğitimi zorla dayatan devletler
gösterilebilir.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet
sitesindeki eğitim materyallerini inceleyerek din veya inanç özgürlükleri ile
bağlantılı olarak ebeveyn ve çocuk hakları hakkında daha detaylı bilgiye
ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Dini veya İnanç Özgürlüğünün
kapsamı – Vicdani ret
Düşünce ve vicdan özgürlüğü, din ve inanç ile birlikte, Medeni ve Siyasi Haklar
Sözleşmesi’nin 18. maddesi kapsamında korunmaktadır, vicdani ret hakkı da din
veya inanç özgürlüğünün bir parçasıdır.
Vicdani ret, yapmak zorunda bırakıldığımız bir şeyi vicdanımızı ve dini
inançlarımızı ihlal edeceği için reddetmek anlamına gelir.
İnsanların bir şeyi yapmayı reddetme hakkına örnek olarak zorunlu askerlik
hizmeti, yemin etmek, kan nakli veya bazı tıbbi uygulamalara katılmak
gösterilebilir. Birleşmiş Milletler belgelerinde belirtilen tek özel vicdani ret
biçimi, askerlik hizmetini reddetme hakkıdır. Ancak bu hak, bağlayıcı Birleşmiş
Milletler sözleşmelerinde veya İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde
geçmemektedir. Yalnızca BM İnsan Hakları Komitesi’nin 22 numaralı Genel
Yorum Beyanında dile getirilmektedir. Bu beyan, BM insan hakları uzmanları
tarafından hazırlanan ve devletlerin Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 18.
maddesini nasıl yorumlamaları gerektiğini açıklayan bir belgedir. İnsan Hakları
Komitesi, öldürmek zorunda kalmanın vicdan özgürlüğü ve dininizi veya inancını
açıklama hakkı ile ciddi anlamda çatışması durumunda 18. maddenin askerlik
hizmetini vicdanen reddetme hakkını desteklediği kanaatindedir.
Birçok ülke bu hakkı tanımakta ve alternatif hizmet sistemleri ve muafiyetler
sunmaktadır. Fakat dini ya da pasifist inançları sebebiyle askerlik hizmetini
reddedenleri cezalandıran devletler de halen mevcuttur. Yehova Şahitleri, bundan
en çok etkilenen gruptur. Örneğin, Aralık 2016 itibariyle Güney Kore’de vicdani
ret yüzünden hapiste olan 389 Yehova Şahidi bulunmaktaydı.
BM İnsan Hakları kurumlarına göre, tüm vicdani retçilere askeri nitelik
içermeyen alternatif hizmet düzenlemeleri sunulmalı ve askerlik hizmetinden
etkilenen herkes ayrımcılığa uğramadan vicdani ret hakkına ve bu hakkın nasıl
talep edileceğine dair bilgilere erişebilmelidir. Askere alınmış kişiler ve
gönüllüler, askerlik hizmeti öncesinde ve sırasında vicdani ret hakkına sahip
olmalıdır.
Askerlik hizmetini vicdanen reddetmenin yanı sıra, ulusal düzeyde başka vicdani
ret biçimleri de tanınmaktadır. Bunlar genelde sağlık hizmetinde gözlenmektedir;
kürtaj yapmayı reddeden ebeler ve doktorlar buna örnektir. Bazı ülkelerde,
eşcinsel evliliklerle ilgili olarak vicdani ret meseleleri gündeme gelmiştir. Bu
durumlarda vicdani ret hakkının kadın hakları veya ayrımcılık yasağı ile çelişip
çelişmediği gibi, birbiriyle çatışan haklara ilişki çetrefilli sorular ortaya
çıkmaktadır.
Henüz bu tür vicdani ret biçimlerine dair net bir uluslararası yasal norm
bulunmamaktadır. Aslında bu konu oldukça tartışmalıdır.
En sık karşılaşılan üç vicdani ret savunması şu şekildedir:
Kimileri, vicdani reddin din veya inanç sahibi olma mutlak hakkının bir parçası
olduğunu ve hiçbir zaman sınırlanamayacağını savunur. Vicdanınızın emrettiğine
uymanın hiçbir ceza veya bedele yol açmaması gerektiği öne sürülür. Zira aynı
anda hem içten bir pasifist, hem de asker olmak mümkün değildir, dolayısıyla
pasifistleri askerliğe zorlamak, onların bir dine veya inanca sahip olma yönündeki
mutlak haklarını ihlal eder.
Kimileri ise, bunun mutlak bir hak olduğuna katılmakla birlikte, koşulları ön
plana alır. Askerlerin, mahkûmların ve durumları hakkında seçim yapma şansı
olmayan kişilerin asla vicdanlarına aykırı hareket etmek zorunda bırakılmaması
gerektiğini savunurlar. Oysa ki kendi isteği ile bir işe başvuran ve söz konusu
işten ayrılmakta özgür olan insanların, işverenin otomatik olarak onların
vicdanına göre hareket etmesini beklememesi gerekir. Diğer bir deyişle,
vicdanınıza uygun hareket etmeyi seçmenin bir bedeli olabilir.
Bir başka görüş de, vicdani reddin bir eylem niteliği taşıdığı ve dolayısıyla kişinin
vicdanını, dinini veya inancını açıklama biçimi olduğunu ileri sürer. Açıklama
biçimleri, başkalarının hak ve özgürlüklerinin, kamu sağlığının, düzeninin veya
ahlakının korunması amacıyla gerekli olması durumunda sınırlanabilmektedir.
Askerlik hizmetinin vicdani reddi konusunda, ulusal güvenlik gerekçesinin din
veya inanç özgürlüğünün kısıtlanması bakımından meşru bir neden
oluşturmadığını belirtmek gerekir.
Hukukçular bu görüşlerden hangisinin doğru olduğu konusunda fikir birliği
içinde değildir.
Özetle, bu filmde vicdani reddi inceledik. Vicdani ret, normalde sizden yapılması
beklenen bir şeyi yapmayı reddetme hakkıdır. Askerlik hizmetini vicdani ret
hakkı uluslararası insan hakları hukukunda korunmaktadır. Pek çok ülke bu
hakkı tanırken, bazı ülkelerde vicdani retçiler halen hapis cezasına
çarptırılmaktadır. Birçok devlet, ulusal düzeyde başka vicdani ret biçimlerini de
tanımaktadır. Ancak, bu haklar hâlâ tartışmalı olup, konuyla ilgili uluslararası
hukuk tam olarak gelişmiş değildir.
Bu konuya atıf yapan insan hakları belgeleri de dahil olmak üzere, internet
sitesindeki eğitim materyallerini inceleyerek vicdani ret hakkı ile ilgili daha
detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
Metin: Din veya inanç özgürlüğüne yönelik
sınırlamalar
Haberlerde ve günlük hayatta gördüğünüz gibi, birçok devlet din veya inanç
özgürlüğüne sınırlamalar getiriyor. Şu veya bu nedenden dolayı dini ifadelerin
sınırlanması gerektiğini savunuyorlar. Peki bu sınırlamaların haklı ve izin
verilebilir olup olmadığını nereden bileceğiz?
Uluslararası insan hakları hukuku, bir dine veya inanca sahip olma, bir dini veya
inancı seçme, değiştirme veya bırakma hakkının mutlak olduğunu ve hiçbir zaman
sınırlanamayacağını belirtir. Dini veya inancı açıklama hakkı ise ancak dört kurala
uyularak sınırlanabilir.
1. Her türlü sınırlama kanunla öngörülmelidir.
Bunun amacı, devletin, polisin ve mahkemelerin öngörülemeyecek veya
tutarsız şekilde hareket etmesini engellemektir.
2. Sınırlama kamu güvenliğini, düzenini, sağlığını veya ahlakını yahut
başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak için gerekli olmalıdır.
Bu nokta önemlidir. Diğer insanları korumak bakımından gerekli olduğu için
bir sınırlama getirmek, oy sağlamak için getirilen sınırlamalardan çok farklıdır.
3. Sınırlamalar ayrımcı olamaz.
4. Her türlü sınırlama, açıklamanın sebep olduğu sorunla orantılı olmalıdır.
Bu kurallar gerçekten çok önemlidir. Bunlar olmazsa, devlet hoşlanmadığı her
grubu veya uygulamayı sınırlandırabilir. Oysa sınırlamalar devletin denetim aracı
olarak değil, son çare olarak görülmelidir.
Şimdi bu kuralların ne anlama geldiğini anlamak için bazı örneklerden
yararlanalım.
Beş farklı dini topluluğun yer aldığı bir şehir düşünelim. Hepsinin kendi
ibadethaneleri var ve hepsi komşuların hoşuna gitmeyen birtakım gürültüler
çıkartıyor! Fakat polis sadece küçük ve fazla popüler olmayan bir topluluk
hakkında şikâyetler alıyor…
Yüksek seviyede ses sağlık açısından kötüdür ve halk sağlığı, sınırlamalar
bakımından meşru bir zemin oluşturur. Bu durumda yerel makamlar ne
yapmalıdır? Halk sağlığını korumak için ayrımcı olmayan ve orantısal ne gibi
düzenlemeler yapılabilir?
Bu durumda, kamuya açık tüm toplantılar için izin verilen ses seviyesini
düzenleyen genel bir yasa çıkartılması isabetli olacaktır. Dini olan ve olmayan tüm
gruplara eşit şekilde uygulanan bir yasa. Herhangi bir grup bu seviyeyi aşarsa, sesi
kısmalarını istemek ve kısmazlarsa para cezası vermek orantılı olacaktır. Tümüyle
sessizlik talep etmek veya bu insanların bir araya gelmesini yasaklamak ise orantılı
olmayacaktır!
Polis de sadece popüler olmayan gruplar hakkında şikâyet alsa dahi, yasayı eşit
olarak uygulamak zorunda kalacaktır.
Bu epey küçük ve basit bir örnektir.
Din veya inanç özgürlüğüne yönelik ağır ihlallere baktığımızda da, bu kuralların
genellikle göz ardı edildiğini görürüz, çünkü kısıtlamalar açıkça gereksiz, ayrımcı
veya orantısızdır.
Bazı ülkeler, ibadethane olarak tescil edilmiş binalar dışında yapılan bütün dini
faaliyetleri yasaklıyor. Yani evde misafirlerinizle yemek duası etmeniz yasa dışı! Bu
sınırlama kesinlikle meşru değildir!
Fakat birçok örnek de tartışmaya açıktır. Fransa’da bir belediye başkanının, yüz ve
ayaklar dışında vücudun her yerini kapatan yüzme kıyafeti haşemayı yasaklaması
uygun mu? Peki ya Hindistan’ın bazı bölgelerinde, inançlarınız hakkında
başkalarıyla konuşma hakkınızın sınırlanması?
Bu sunumda, sınırlamaların haklı olup olmadığını saptamak için mahkemelerce
sorulması gereken yedi soruyu ele alacağız. Bu bilgilerin karşılaştığınız
sınırlamaları değerlendirmekte sizlere yardımcı olacağını umuyoruz.
Bir devlet kısıtlamalar getirdiğinde, sorulması gereken ilk soru, bu
sınırlamanın mutlak haklar olan bir dine veya inanca sahip olma
hakkına mı, yoksa bir dini veya inancı açıklama hakkına mı müdahale
ettiğidir.
Mutlak hak sınırlandırılıyorsa, devletin işlemi meşru değildir. Açıklama hakkı
sınırlanıyorsa, bir sonraki soruya geçebiliriz.
Sınırlanan davranış bir dinin veya inancın açıklanması kapsamına
giriyor mu?
Yaptığımız şeyleri genellikle inançlarımız yönlendirir. Fakat yaptığımız her şey,
koruma altındaki bir din veya inanç açıklaması oluşturmaz. Birisi açıklama
hakkının sınırlandığından şikâyet ettiğinde, mahkemeler öncelikle söz konusu
davranışın bir din veya inanç açıklaması olup olmadığına karar verir. Bunun için
de o davranış ile inanç arasında yakın bir bağ olup olmadığını inceler.
Bu bazen kolaydır. Kiliseye gitmek Hıristiyanlıkla; oruç tutmak ise Müslümanlıkla
ile yakından bağlantılıdır.
Fakat bağlantıyı kurmak her zaman bu kadar basit değildir. Bir Hıristiyan için haç
takmak önemli değilken, bir başkası için dini kimliğin derin bir ifadesidir. Farklı
Müslüman kadınlar başörtüsü konusunda farklı inançlara sahiptir.
Mahkemelerin görevi hangi inancın doğru olduğuna karar vermek değildir.
Mahkemeler hangi davranışın dini bir açıklama sayılacağına karar verirken, bazı
teolojik yorumları üstün tutan kararlar alma riski ile karşı karşıya kalabilirler.
İnsan hakları bireylere aittir; dolayısıyla mahkemeler gitgide kurumsal doktrinler
yerine, söz konusu bireyin inançlarını ele almaktadır. Kişi bir eylemi dini açıklama
olarak görüyorsa, mahkemeler de aynı yönde değerlendirmektedir!
Korunan bir açıklamanın sınırlandığını tespit ettiysek, bu
sınırlamanın kanunen öngörülmüş olup olmadığını incelemeliyiz.
Sınırlamayı düzenleyen bir yazılı kanun, içtihat veya teamül var mı? Yoksa
sınırlama yetkili makamlarca herhangi bir yasal dayanak olmadan mı getiriliyor?
Yasal bir dayanağı olmayan sınırlamalar meşru değildir.
Bir sonraki adım, sınırlamanın meşru bir amaç taşıyıp taşımadığının
değerlendirilmesidir.
Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle, sınırlanan uygulama ile meşru
amaçlardan biri arasında doğrudan bir bağlantı olup olmadığını ve ikinci olarak
da, sınırlamanın gerekli olup olmadığını incelemeliyiz. Her bir soruyu sırasıyla ele
alalım.
Uluslararası hukuk uyarınca, din veya inanç özgürlüğünün sınırlanabileceği tek
meşru gerekçeler kamu güvenliğinin, düzeninin, sağlığının ve ahlakının ya da
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır.
Sınırlanan davranış bu temeller bakımından tehlike oluşturuyor mu? Buna ilişkin
delil var mı?
Devlet sınırlanan uygulama ile sayılan meşru gerekçelerden biri arasında
doğrudan bir bağlantı kurmak zorundadır.
Hint kast sistemi, insanları üst ve alt kastlara veya kastsız gruplara ayırmaktadır.
Kastsız gruplar ağır sosyal ve ekonomik ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Bazı
tapınaklara kastsız Hinduların girmesi yasaktır. Hindistan kast sistemini 1949
yılında kaldırmıştır ve tapınaklara kastsız Hinduların girmesinin engellenmesi
artık mümkün değildir. Bu sınırlama testi geçmektedir – kast ayrımcılığının
önlenmesi ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması arasında doğrudan
ve açık bir bağlantı bulunmaktadır.
Fakat bütün sınırlamalarda bu kadar açık bir bağlantı yoktur ve bazen devletler
meşru gerekçeleri yanlış yorumlayabilmekte veya kötüye kullanabilmektedir.
Din veya inanç özgürlüğüne getirilen sınırlamalar çoğu zaman kamu düzeni ile
ilgilidir. Kamu düzeni yasaları tehdit, saldırı, şiddete teşvik ve bazen kutsal
değerlere hakaret gibi birçok konuyu düzenler.
Din veya inancı açıklama özgürlüğü, doğru olduğuna inandığınız şeyleri söyleme
hakkını de içerir. Elbette inançların barışçıl biçimlerde olduğu gibi, şiddeti teşvik
edici şekillerde de ifadesi mümkündür. Ne yazık ki, kimi insanlar kendi inançları
dışındaki inançların barışçıl biçimde ifadesini dahi saldırı olarak görüp şiddet
içeren tepkiler vermektedir.
Bazı devletler toplumsal linçe yol açabileceği gerekçesi ile kamu düzenini korumak
için bazı inançların barışçıl biçimde ifadesini dahi yasaklamaktadır. Endonezya’da
Ahmedi veya Ateist inançların kamusal alanda ifadesi bu gerekçeyle
yasaklanmıştır. Bunun sonucu olarak, bazen failler saldırıyla suçlanacağı yerde,
şiddet mağdurları kutsal değerlere hakaret veya tahrikle suçlanmaktadır.
Bu gibi yasalar şiddeti azalmıyor. Aksine, “yanlış” inançlara sahip insanların
cezalandırılması gerektiği fikrini güçlendiriyor.
Bir başka karmaşık gerekçe de kamu ahlakıdır. Herkes aynı ahlaka mı sahiptir
ve kimlerin ahlakı “kamusaldır”? BM insan hakları uzmanları kamu ahlakı
tanımının “birçok sosyal, felsefi ve dini geleneğe” dayanması gerektiğini
belirtmektedir. Bir başka deyişle, sınırlamalar sadece çoğunluğun ahlaki
değerlerine bağlı olarak getirilemez.
Ulusal güvenliğin din veya inanç özgürlüğünü sınırlamak için meşru bir zemin
oluşturmaması sizleri şaşırtabilir.
Bazı devletler, bilhassa bir düşman ülkenin dinini benimseyen grupları ulusal
güvenlik açısından bir tehdit olarak nitelendirerek, şeytanlaştırmaya çalışır.
Uluslararası sözleşmeler hazırlanırken, kamu sağlığı, güvenliği ve düzeninin
sınırlama için yeterli kapsam sağladığı düşünülmüş ve bu listeye ulusal güvenlik de
eklenecek olursa, din veya inanç özgürlüğünün en ihtiyaç duyulacak hallerde
tehlikeye atılacağı öngörülmüştür.
Demek oluyor ki, devletin sınırlanan uygulamaların meşru bir temeli tehdit ettiğini
kanıtlayan doğrudan bir bağlantı göstermesi gerektiğini öğrendik. Ayrıca
meşru gerekçelerin doğru bir şekilde yorumlanıp uygulanmasını denetlemenin
önemini de gördük.
Şimdi sorunun ikinci bölümüne geçelim – Sınırlama gerekli mi?
Siyasi veya çoğunlukçu açıdan arzu edilebilir değil, gerekli mi?
Devletin getirdiği sınırlama ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması
arasında doğrudan bir bağlantının varlığını kanıtladığını varsayalım.
Söz konusu tehdit bir sınırlamayı gerektirecek kadar ciddi mi?
Getirilen sınırlama, başka insanların haklarını korumak konusunda etkili olacak
mı?
Temel hakları sınırlamadan bu sorunu çözmenin başka yolları var mı?
Eğer sorun yeteri kadar ciddi değilse, getirilen sınırlama çözüme katkı
sunmayacaksa veya hakları sınırlamadan başka bir çözüm yolu varsa, sınırlama
gerekli değil demektir.
Çin hükümeti aşırı kalabalık Budist eğitim merkezleri hakkında sağlık ve güvenlik
endişesi öne sürmektedir. Sağlık ve güvenlik meşru gerekçelerdir. Merkezlerin
yenilenmesini ve genişletilmesini sağlamak bir çözüm olabilir. Bu çözüm hakları
sınırlamaz. Fakat hükümet bunun yerine 1000 rahibeyi zorla çıkartarak bütün
merkezleri yıkmıştır. Bu müdahale gerekli değildi.
Bazı sınırlamalar ise elbette ki gereklidir. Birleşmiş Milletler, bazı dine kabul
ayinleri ve kadın sünneti gibi zarar uyandıran geleneksel uygulamaların
yasaklanması gerektiğini açıkça dile getirmektedir.
Tabii çoğu zaman durum bu kadar net olmaz. Fakat sınırlamanın gerekliliğini
kanıtlamak devlete düşer.
Devletin meşru gerekçeleri olduğunu ve sınırlamanın gerekli olduğunu
saptadıktan sonra, sınırlamanın ayrımcı olup olmadığını
incelemeliyiz.
Yasaların, politikaların veya uygulamaların ayrımcı olup olmadığını saptamanın
kolay olduğunu düşünebilirsiniz. Açıkça bazı insanlara uygulanıp bazılarına
uygulanmıyorsa, bunu saptamak gerçekten de kolaydır. Buna doğrudan ayrımcılık
denir ve yasaktır.
Fakat bazen herkes açısından geçerli olan yasalar bazı kişiler üzerinde büyük bir
etki yaparken, bazılarını hiç etkilemez. Buna dolaylı ayrımcılık denir.
Az evvel kafamızda kurduğumuz şehre ve gürültülü ibadethanelere geri dönelim.
Diyelim ki belediye meclisi halka açık etkinliklerde ses seviyesini sınırlandıran bir
düzenleme getirmiş ve dini topluluklar da hoparlörlerini buna göre ayarlamış. Ama
kilise çanları çok gürültülü ve sesini kısmak da mümkün değil. Bu durumda
kilisenin geleneksel bir uygulamadan vazgeçmesi gerekirken, diğer toplulukların
böyle bir sorunu bulunmuyor.
İşte bu dolaylı ayrımcılıktır.
Dolaylı ayrımcılığa yol açan genel yasalara dair birçok örnek verebiliriz:
Birçok ülkede halka açık yerlerde bıçak taşımak yasaktır. Bu yasağın Sihler
haricinde din ve inanç toplulukları açısından bir etkisi yoktur. Sih erkeklerin ise
gömlek altında bir tören bıçağı olan kirpan bulundurması şarttır. Yani söz konusu
yasa, Sih erkeklerin dini yükümlülüklerini yerine getirmelerini kısıtlamaktadır.
Bazı ülkelerde imar düzenlemeleri, yeni inşa edilecek binaların komşu mülk
sahipleri tarafından onaylanmasını gerektirmektedir. Ancak komşular önyargılı
olabilmekte, geleneksel gruplar, geleneksel olmayan küçük gruplara göre daha
kolay imar izni alabilmektedir.
Politikalar ve uygulamalar da problemler yaratabilir. Bir üniversitede giriş
sınavları hep cumartesi günleri yapılıyorsa, Adventistler ve Yahudiler açısından
dezavantajlı bir durum oluşur. Genelde farklı dini topluluklara mensup işçiler
kendi bayramları yerine bulundukları ülkedeki çoğunluğun bayramlarında izin
kullanmak zorunda kalmaktadır.
Doğrudan ayrımcılık her hal ve şartta yasaktır. Ancak mahkemeler, dolaylı
ayrımcılığı mümkün olan en mantıklı biçimde çözülmesi gereken pratik bir sorun
olarak ele almalıdır. Genelde de sorunlara basit çözümler bulunabilmektedir.
Örneğin, hayali şehrimizde belediye meclisi, kilise çanlarının pazar günleri ve dini
bayramlarda çalınmasına izin veren bir istisna tanıyabilir.
İsveç’te, üniversite giriş sınavları eskiden sadece cumartesi günleri yapılıyordu. Şu
anda ise cuma günleri de yapılmaktadır. İşyeri üniformaları da genellikle türban
varyasyonları içerecek şekilde değiştirilebilmektedir.
Fakat mahkemeler bunun her zaman mümkün olmadığının farkındadır. Şayet
yeterince sağlam bir sebebin varlığı objektif gerekçelerle kanıtlanabiliyorsa, dolaylı
ayrımcılık hukuka uygun bulunabilir.
Örneğin, hastane personelinin takı takmasını yasaklayan hastane enfeksiyonla
mücadele politikaları bazı gruplar açısından dezavantaj oluşturmaktadır. Ancak bu
uygulama kamu sağlığı ile gerekçelendirilmektedir.
Kamu sağlığı din veya inanç özgürlüğüne getirilebilecek sınırlamalar için elbette ki
meşru bir dayanak oluşturmaktadır. Ancak dolaylı ayrımcılık bakımından
mahkemeler başka gerekçeleri de kabul etmektedir. Örneğin bir şirket, politikasını
değiştirmenin şirketin menfaatlerine zarar verebileceğini öne sürebilir. Satış
elemanlarının kendi ürün yelpazesinden giyinmesini şart koşan bir giyim
mağazasından, şirketin ürünlerini giymeyi dini nedenlerle reddeden bir satış
görevlisini istihdam etmesi muhtemelen istenmeyecektir.
Dolayısıyla, doğrudan ayrımcılık açıkça yasaklanırken, bireylerin ve grupların
ihtiyaçlarını karşılamak için makul çözüm yolları bularak dolaylı ayrımcılığın da
mümkün olduğunca önlenmesi amaçlanmaktadır.
Sınırlamanın ayrımcılık içermediğini saptadıktan sonra, orantılı olup
olmadığına karar verilmesi gerekir.
Açıklama ne ölçüde sınırlanmalıdır? Ne, kimin için, ne zaman ve nerede
yasaklanmalıdır?
Belirli işyerlerinde belirli meslek mensupları için belirli türden dini kıyafetlerin
yasaklanması ile herkes açısından sokakta dini kıyafet giyilmesini yasaklamak
arasında büyük bir fark vardır!
Dolayısıyla uluslararası mahkemeler orantılılığı inceler. ABD’de mahkemeler,
sınırlamaların mümkün olan en az kısıtlayıcı şekilde tatbiki için çok daha katı bir
denetim uygulamaktadır.
Bazı mahkemelerin dikkate aldığı son bir husus, takdir yetkisidir.
Dünyadaki uygulamalar çeşitli olup, insan hakları ilkeleri ulusal anlayışlara göre
birçok farklı şekilde tatbik edilebilir.
Bu nedenle kimi uluslararası mahkemeler “takdir yetkisine” dikkat çekmektedir –
yani ulusal makamların ulusal bağlamı en iyi şekilde anlayacak ve ulusal yasaları
en iyi şekilde oluşturacak konumda bulunduğu, dolayısıyla uluslararası
mahkemelerin onlara bir ölçüde “takdir yetkisi” tanıması gerektiği
savunulmaktadır.
Devletin takdir yetkisinin ne kadar geniş olması gerektiği ve mahkemelere tanınan
yetkinin fazla geniş olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur!
Özetlemek gerekirse:
Bir sınırlamanın uygun olup olmadığına karar verirken, aşağıdaki süreci uygularız:
i Kanun sizin din veya inanca sahip olma yönündeki mutlak hakkınızı mı,
yoksa din veya inanca yönelik bir açıklamayı mı sınırlandırıyor?
ii Sınırlanan davranış koruma altındaki bir açıklama sayılabilir mi?
iii Sınırlama yasal bir dayanağı var mı?
iv Açıklama, başkalarının hak ve özgürlükleri gibi meşru bir sınırlama
gerekçesine yönelik ne ölçüde bir tehdit oluşturuyor?
v Sınırlama doğrudan veya dolaylı bir ayrımcılık içeriyor mu?
vi Ve sınırlama söz konusu tehditle orantılı mı ve amaç bakımından etkili
mi?
Mahkemelerin insan haklarına uygun hareket etmek için kullanması gereken
argümanları anlarsak, haklarımızı daha etkili şekilde talep edebiliriz. Ayrıca,
mahkemelerin ve hükümetlerin haklı olup olmadığı veya aslında din veya inanç
özgürlüğünü ihlal edip etmediği konusundaki kamuoyu tartışmalarına da daha
doyurucu şekilde katkı sunabiliriz.
Telif hakkı: SMC 2018
End of Transcript
8. Din veya inanç özgürlüğüne yönelik sınırlamalar
Birçok devlet din veya inanç özgürlüğünü kısıtlıyor, peki bu kısıtlamaların ne zaman haklı ve izin verilebilir olduğunu, ne zaman olmadığını nasıl anlayacağız? Yasakoyucuların ve mahkemelerin din veya inanç özgürlüğünü uygularken bağlı kalması gereken insan hakları sözleşmelerindeki kurallar daha yakından inceleniyor.
Adalete erişim
Bu videolar şu anda yalnızca İngilizce dilinde mevcuttur.
Hak ihlalleri karşısında yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde adalet sağlamak için neler yapabileceğinizi konu alan beş kısa video. Hak ihlallerinden etkilenen veya insan hakları sistemini daha iyi kavramak isteyen topluluk veya kuruluşlar için ideal.
10. Adalete erişim – genel bakış
Uluslararası insan hakları hukukuna göre devlet, herhangi bir ayrım gözetmeksizin herkesin din ve inanç özgürlüğü hakkına saygı duymalı, korumalı ve desteklemelidir. Ancak deneyimlerden biliyoruz ki pek çok insanın haklarına saygı duyulmuyor veya bu haklar korunmuyor! O halde, din ve inanç özgürlüğü ihlal edildiğinde ne yapabiliriz? Din ve inanç özgürlüğüne saygılı olan daha adil toplumlar inşa etmek için çalışmanın pek çok farklı yolu vardır. Adalete erişim ile ilgili bu beş vidomuzda, din ve inanç özgürlüğü ihlallerini durdurmak ve adalete ulaşmak için yasal sistemleri ve kurumsal unsurları nasıl kullanabileceğimize odaklanacağız. Ayrıca Forb internet sitemizde savunma, farkındalığın artması ve ihlallerin belgelenmesi gibi din ve inanç özgürlüğünü gerçekleştirmeye yönelik çalışmalarda uygulanabilecekçeşitli yöntemleri gösteren film ve materyallere de ulaşabilirsiniz.
Din ve inanç özgürlüğünün ihlal edilmesi halinde, adalete erişmek için yasaları ve kurumları nasıl kullanabiliriz? Tahmin edebileceğiniz gibi bu, küresel düzeyde cevaplanması epeyi zor bir sorudur, çünkü cevap neredeyse tamamen sizin kim olduğunuza, ne tür bir ihlal ile karşılaştığınıza ve nerede yaşadığınıza bağlıdır. Bu, pek adil bir durum gibi görünmeyen durumun bazı nedenleri var. İnsan hakları sözleşmelerini imzaladıkların da bu haklara saygı duyacaklarını, koruyacaklarını, destekleyeceklerini belirten hükümetler uygulamaları ile bunu sağlamalılardır. Haklarınız ihlal edildiğinde yerel ve ulusal adalet makamlarınabaşvurabilmelisiniz. Yerel ve ulusal düzeyde adalet erişimine sahip olmalısınız.
Günümüzde bazı ülkelerin adalet sistemleri insan haklarını iyi korumaktadır. – Ancak birçok ülkede adalet sistemi içinde azınlık vakalarıyla ilgilenmeyi reddeden polisler, yasalardan ziyade kendi önyargılarına dayanarak yargıda bulunan hakimler veya davaların görülmesi için gerçekten uzun bekleme süreleri gibi problemler vardır. – Ve bazı ülkelerde, hükümet, polis kuvveti ve yargı sistemi gibi yasayı temsil edenlerce adalet baltalanmakta ve insanlara baskılar uygulamaktadır. Bu halde, yerel ve ulusal düzeyde adalete erişemediğimizde ne yapabiliriz?
Bir kez daha söylemek gerekirse, bu nerede yaşadığınıza bağlıdır. Dünyanın bazı yerlerinde örneğin “Amerikalı kıtası İnsan Hakları Mahkemesi”, “Afrika İnsan ve Halkların Hakları Mahkemesi” veya “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” gibi bölgesel mahkemelerbulunmaktadır. Bu mahkemeler devletler üzerinde bağlayıcı olan hükümler verirler.
Küresel düzeyde ise Birleşmiş Milletler insan hakları sistemine de yönelebiliriz. Ancak bölgesel mahkemeler ve küresel sistemler bir hükümete karşı tavsiye veya eleştiri yönünden bağlayıcı hükümler vermiş olsalar da bu hükümlere ve tavsiyelere bazen uyulmaz. Bunun asıl nedeni, hükümetleri yasalarını, politikalarını ve uygulamalarını değiştirmeye mecbur edecek uluslararası bir kolluk kuvvetinin olmamasıdır. Devlet bunları uygulamayı seçmedikçeİnsan Hakları Yasaları hükümleri sadece teoride kalıp uygulanmadığı için bu yasalar ‘bağlayıcı olmayan hukuk’ olarak anılmaktadır. Pek çok hükümet kendi insan hakları uygulamalarını geliştirmek istemektedir ve uluslararası eleştirilere de duyarlıdır. Ancak uluslararası insan hakları hukukunun küresel ve bölgesel düzeyde ulusal yasalar kadar geçerli yaptırımları olamayacağını da unutmamak önemlidir. BM Güvenlik Konseyinin BM bayrağı altında askeri müdahale emri verebildiğini düşünürsek, Birleşmiş Milletlerin küresel bir kolluk kuvveti olup olmadığı sorusu aklınıza gelmiş olabilir. Gerçekte bu türlü müdahaleler çok fazla değildir, çünkü kısmen Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı siyasi çıkarları olduğundan, konseyi müdahale kararları almaya yönlendirmek zordur. Ve Konsey karar aldığında ise askeri birlikler sadece uluslararası güvenliğe karşı bir tehdit olduğunda gönderilmektedir. Görevleri genellikle insan hakları anlaşmalarına uyulmasını sağlamak değildir.
Ayrıca, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) hükümetlerin insan haklarına uymalarını sağlayan küresel bir mahkeme olup olmadığını da merak ediyor olabilirsiniz. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi, sadece devlet liderleri veya ordu mensupları gibi bireylerinişlediği soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar gibi çok ağır ve sistematik suçları yargılamakta ve bu suçlara yönelik hükümler vermektedir. Tarih bize, askeri müdahalelerden ziyade insan hakları sistemini hükümetlerin iyi niyetle vegönüllü olarak güçlendirmesinin en akıllıyol olduğuna inanmamız için birçok neden sunuyor.
Toplumları insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan ve destekleyen bir şekilde yapılandırmak genellikle uzun, sancılı ve düş kırıklıklarına neden olan bir süreçtir. Bu süreç, yerel ve ulusal makamların adalet sistemlerinde, politikalarında ve uygulamalarında ve aynı zamanda sıradan insanların zihinlerinde insan haklarına yönelik bilgiyi ve saygıyı oluşturmayı da kapsamaktadır. Süreç aynı zamanda, günlük hayatlarımızda bu ilkelere duyduğumuz saygı ile, siz ve biz gibi insanların TALEPLERİ ve DAVRANIŞLARI aracılığıyla insan haklarını bir gerçeklik haline dönüştürmeyi de içermektedir. İnsan haklarını bir gerçekliğe dönüştürmek için birçok insan ve örgüt mücadele etmektedir. Hindistan’da bir örgüt, Birleşmiş Milletlerin Hindistan’da insan haklarının nasıl korunduğuna dair yapacağı incelemenin öncesinde, Hıristiyanlara ve Müslümanlara yönelik ihlallere ve ayrımcılığa dikkat çekmiştir. Sonuç olarak, BM incelemesi süresince 20’den fazla ülke Hindistan hükümetine din ve inanç özgürlüğü hakkında eleştiriler yöneltmiştir.
Özetleyecek olursak: Ulusal hükümetler insan hakları anlaşmalarını imzalamışlar ise yerel ve ulusal bağlamda insan haklarına saygı gösterilmesini sağlamaktan sorumlu olmuşlardır. Bu nedenle, insan hakları ihlal edildiğinde, adalet içinde çözümler bulmak için yerel ve ulusal adalet sistemlerine başvurmak gereklidir. Bu sistemler yerelde çalışmadığında ise bölgesel veya küresel insan hakları mahkemelerine ve sistemlerine de yönelebilmeliyiz. Ancak uluslararası mahkemeler ve makamlar hükümetlere karşı bağlayıcı olan hükümler verse de veya hükümetlere yönelik eleştiriler getirseler de, bu mahkemelerin hak ihlallerini durdurmak ve insanları korumak için hükümetleri güç ile zorlayıcı yöntemleri bulunmamaktadır. İnsan haklarına uyulmasını sağlamakla görevli bir uluslararası kolluk kuvveti yoktur. Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde adalete erişim konusunu daha yakından incelemek için, bu konular ile ilgili olarak web sayfamızda bulabileceğiniz ayrı videoları izleyin.
Telif Hakkı SMC 2017
End of Transcript
11. Adalete erişim – Yerel ve ulusal düzeyde adalete erişim
Haklar ihlal edildiğinde, yerel ve ulusal düzeyde adaleti nasıl bulacağız? Bu zor soruya her yerde geçerli bazı cevaplar bulmak kolay değildir. Çünkü cevaplar; – sizin kim olduğunuza, – yaşadığınız ihlallere ve bu ihlallerin devlet veya devlet dışı aktörlerce işlenip işlenmediğine, – ülkeniz kanunlarının Din ve İnanç Özgürlükleri ile ilgili yaptırımlarına ve bunları gerçekte nasıl uyguladığına bağlıdır. Aynı zamanda ülkenizdeki yasal sistemin güvenilir olup olmadığına ve faal durumda ombudsmanlar gibi aracı kuruluşlar veya azınlık komisyonları gibi bağımsız insan hakları kuruluşları bulunup bulunmadığına da bağlıdır.
Bunu bir başka deyişle söylemek gerekirse, adalete erişmek için yapmanız gereken ilk şey, kendi durumunuza yönelik bir araştırma yapmaktır! Bu vidomuzda size, hak ihlalleri durumunda sizin ve örgütünüzün yapması gerekenleri, ihtiyacınız olan bilgileri nerede ve nasıl bulabileceğiniz konusunda bazı ipuçları vermeye çalışacağız. Öncelikle bakmanız gereken yer, hukuktur. Hukuk genellikle din ve inanç hakkında veya özellikle sizi endişelendiren konular ile ilgili neler söylüyor?
Ulusal anayasa, din ve inanç özgürlüğünün nasıl uygulanacağına dair kapsamlı bir çerçeve oluşturmada önemli bir rol oynar. Ülkeniz anayasası ne söylüyor? Sizi endişelendiren konunun, örneğin medeni kanunda veya ceza hukukunda ve o konu ile ilgili olabilecek yerel yönetmeliklerde bulunup bulunmadığına bakın? Bu süreçte uyulması gereken bürokratik düzenlemelere göz atmak da önemlidir. Örneğin, ibadethane, dini yardım kuruluşları veya okullar inşa etmek ve işletmek için hangi düzenlemeler uygulanmaktadır?
Kanunlara bakarken, haklarınızı desteklemekte kullanılabilecek maddeler kadar, haklarınız engelleyen ya da zorlaştıran maddelerin de iyice incelenmesi önemlidir. Bazen ulusal kanunlar anayasa ile aynı doğrultuda olmazlar veya yerel yönetmelikler ulusal kanunlarla çelişebilirler. Bu farklılıkları iyi incelemek ve doğruları bilmek en iyi yaklaşımları seçmenizde size yardımcı olabilir.
Kanunlar hakkında yeterli bilginiz olmaması halinde, ihtiyacınız olan bilgiyi bulmak göz korkutucu bir süreç gibi gelebilir. En kestirme yol, konuda uzmanlaşmış bir sivil toplum örgütüne veya ihtiyacınız olan bilgiye sahip inanç topluluklarına bu soruları sormaktır! Ayrıca kanunlarda ne söylendiğini anlamak, ihlali rapor etmek veya bir yasayı sorgulamak istediğinizde iyi ve güvenilir avukatlara sahip olmak da oldukça yararlıdır. Topluluğunuz içinde yardım edebilecek bir avukat veya azınlıklara veya insan hakları suiistimallerine yönelik yasal yardım sağlayan sivil toplum örgütleri var mı? 2014 yılında Hindistan’da birkaç avukat, din ve inanç özgürlüğü ihlalleri yaşayan kişilere yönelik olarak ücretsiz yasal destek vermek üzere ulusal bir yardım hattı oluşturmuştur. Eğer ülkenizde güvenilir insan hakları avukatlarının benzer şekilde oluşturdukları böyle bir ağ varsa, yardım için onlarla irtibata geçin!
Sizi endişelendiren konu ile ilgili olarak kanunun ne söylediğini öğrendikten sonra, yardım almak için kime yönelebileceğinizi bulmanız gerekir: Yerel polis merkezinizden başlayalım: Yerel polis merkezleri insanların adalet erişimini sağlamada anahtar olmalıdır. Kanıt toplama ve suçu belgeleme işleri, başarılı hukuki sonuçların temelini oluşturur. Bu yüzden, doldurulması gereken formların ne olduğu ne tür bilgilerin gerektiği ve polis ile görüştüğünüzde neleri kayıt altına almanız gerektiği gibi suçun ihbar edilmesine yönelik bilgileri bilmek ve anlamak önemlidir. Eğer mümkünse, polis memurlarının sahip oldukları önyargıları gidermek ve topluluğunuzun karşılaştığı riskleri ciddiye almalarında onlara yardımcı olmak için yerel polis merkezinizle ilişki kurmak iyi bir fikirdir.
Bazı ülkelerdeki yaygın sorun, yerel polis memurlarının vatandaşların haklarından ve din ve inanç ile ilgili yasalardan habersiz oluşlarıdır. Polis memurlarının yasal haklara ilişkin olarak farkındalıklarının artmasına yönelik çalışmalar yapmak, ihlaller meydana geldiğinde polislerin daha etkili bir şekilde harekete geçmelerinde fayda sağlayabilir.
Yerel polis merkezleri suçun önlenmesinde de anahtar olmalıdır. Daha başlangıç aşamasındayken dini topluluklar arasında yükselen gerilimi fark etmelerini sağlamak, dini topluluklara yönelik şiddet patlamasını önlemek için polisin erkenden hareket etmesine yardımcı olacak bir yoldur. Birleşik Krallık’ta“Tell Mama” “Annene anlat” adlı bir sivil toplum örgütü, Müslümanlara karşı nefret suçlarını belgelemiştir. Saldırıların ya da ihlallerin, nerede ve ne sıklıkla meydana geldiğini saptayarak, polislere, yerel makamlara ve yerel dini liderlere belirli bir toplulukta gerilimin arttığını gösterebilmekte ve durumun kötüye gitmesini önlemek için çevreyi uyarmaktadır. Elbette, polislerle diyalog her zaman mümkün değildir – bazı yerlerde polisler son derece önyargılı, yozlaşmış hatta ihlallerde etkin şekilde yer almış da olabilirler. Ancak diyalog kurmak mümkünse, bu oldukça faydalı bir yöntemdir. Yerel polis ile yapıcı ilişkiler, din veya inanç özgürlüğü ihlallerinden etkilenen kişi veya topluluklar için çok önemli ve değerli olabilir.
Mahkeme sistemi, yereli ulusal düzeye bağlar. Çoğu dava öncelikle yerel alan veya bölgedeki mahkemelerde görülür, ancak taraflardan birisi davasonucundan tatmin olmamış ise, davayı daha yüksek bir mahkemeye götürür. Genellikle her biri bir diğerinden daha yetkili olan sulh ceza mahkemeleri, yüksek mahkemeler, temyiz mahkemeleri ve anayasa mahkemeleri gibi birkaç seviyede mahkeme bulunmaktadır. Yerel veya ulusal yasalar din veya inanç özgürlüğünü ihlal ediyor ise, farklı stratejilere ve farklı türde bir mahkemeye ihtiyacınız vardır. Anayasa mahkemelerinin görevi, parlamento veya yerel makamlar tarafından yapılan kanunların anayasa ile uyum sağlayıp sağlamadığına karar vermektir. Bir davayı anayasa mahkemesine götürmek için avukatların yanı sıra diğer mağdurlar ile iş birliği yapmanız gerekebilir. Elbette, insan hakları ihlalini gerçekleştiren anayasa mahkemesinin kendisi ise, bu gayretleriniz size yardımcı olmayacaktır. Bir davayı bölgesel uluslararası bir insan hakları mahkemesine götürmek istemeniz halinde, davanızı öncelikle ulusal Temyiz Mahkemesi veya Anayasa Mahkemesi’ne kadar götürerek, ülkenizdeki tüm iç hukuk yollarını tüketmeniz gerekir. Yasaları değiştirmenin bir başka yolu ise, politikacılara yasanın neden sorunlu olduğunu anlatmak ve değişimin desteklenmesinde kamuoyu oluşturmak için savunuculuk ve toplumsal farkındalık sağlayacak çalışmalar yapmaktır. Bu konular ile ilgili daha fazla bilgi edinmek için savunuculuk ve artan farkındalık hakkındaki videolarımızı izleyebilirsiniz.
Polisler, avukatlar ve mahkemeler adalet sistemini oluştururlar, ancak mahkemeler kanalıyla davaları takip etmek oldukçamaliyetli ve uzun yıllar alabilecek, zaman tüketici süreçlerdir. Buna rağmen bazı örgütler davaları mahkemeler yoluyla takip etmeyi başarmaktadır. Örneğin Mısır Kişilik Hakları İnisiyatifi, idare mahkemesinden Bahailerin kendilerini Müslüman veya Hıristiyan olarak tanımlanmaya zorlanmak yerine kimlik kartlarının din hanesini boş bırakmalarına izin veren bir karar almayı başarmıştır.
Mahkeme sürecinde davalar fazla zaman ve para tüketebilir. Bu nedenle çoğu olaylarda sorununçözümüne yardımcı olabilecek yargı ile ilgili olmayan kurumları da aramak önemlidir. Çoğu yerel çevrelerde din veya topluluk liderleri ve politikacılar, bir ihlal meydana geldiğinde olayları yoluna sokmak için kendi etkilerini kullanabilirler. Bu kişilerle güven ilişkisi kurmak, bu etkilerini kullanmaları için onları harekete geçirmeye ve bunu bilgece kullanmalarına yardımcı olabilir! Bazı ülkelerde anlaşmazlıkların mahkemeye gitmeden çözülmesine yardımcı olabilen yerel uzlaşma ve arabuluculuk sistemleri bulunmaktadır. Kimi davalarda mağdurlar özellikle mahkemeden daha ucuz ve daha hızlı olduğu için bu yöntemleri faydalı bulurlar. Ancak bazen arabuluculuk süreçleri kötüye kullanılabilir; mağdurlar sadece özür dilenerek veya sembolik bir tazminatla çoğunluğu oluşturan topluluklardan gelen faillerin cezalandırılmadığı bir sürece katılmaya mecbur kalabilirler.
Ulusal düzeyde, pek çok ülkede ayrımcılık ombudsmanlığı, azınlık komisyonları veya ulusal insan hakları kuruluşları gibi din ve inanç özgürlüğü ihlallerini takip etmeye ve çözümlemeye yardım eden kuruluşları vardır. Bazen ulusal azınlık komisyonu üyesinden gelen bir telefon çağrısı, polis merkezinin bir şikâyeti ciddiye alması ve bununla ilgili bir şeyler yapması için yeterlidir.
Pek çok ülkede ulusal bazı insan hakları kuruluşları Birleşmiş Milletler tarafından tanınırlar. Tanınan ve yetkilendirilen bu kuruluşlar, ulusal insan hakları sistemi ile uluslararası üst mahkemelerin ve kuruluşların ilişkilerini de kurarlar. Örneğin, ülkedeki insan hakları durumu ile ilgili BM için raporlar hazırlarlar. Hem bireylerden hem de örgütlerden insan hakları ihlalleri hakkındaki şikayetleri alır ve toplarlar; bu bilgileri BM’nin diplomatik kanallarına aktarırlar. Bu kuruluşlar ayrıca ulusal hükümetleri imzaladıkları insan hakları anlaşmalarına sadık kalmaları için uyarmakta ve kamuoyu baskısı yaratmakta da önemli rol oynarlar. O halde, ülkenizde ombudsmanların, azınlık komisyonlarının veya ulusal insan hakları kuruluşlarının bulunup bulunmadığını bilmek, bunların nasıl çalıştıklarını öğrenmek ve ihlaller meydana geldiğinde onlarla ilişki kurmayı alışkanlık haline getirmek oldukça değerlidir. Bir uyarı olarak, bazı ülkelerde bu kuruluşlar devletten bağımsız olmadığını hatırlatalım. Güvendiğiniz bir sivil toplum örgütüyle ülkenizdeki kuruluşların saygınlığını kontrol etmenizde her zaman yarar olacaktır.
Adalet arayışınız ister ulusal ister yerel düzeyde olsun, yöntem seçiminiz içeriğe, davayave ne tür bir organizasyon olduğunuza bağlıdır. Anlaşmazlık analizi dahil olmak üzere, titiz bir genel durum analizi sorunun çözüm yöntemi yani strateji seçiminde önemli bir temel gerekliliktir Internet sitemizde genel durum ve anlaşmazlık analizlerinin nasıl yapılacağına dair videolar ve başka kaynaklar bulacaksınız. Ayrıca din ve inanç özgürlüğü ihlallerini önlemek ve bunlara karşılık vermek için yöntem ve stratejiler belirlemek ve geliştirmek üzere organizasyonunuz üyelerine yardımcı olabilecek grup çalışmaları da bulunmaktadır. Özetleyecek olursak:
Adalet aramak için yasalar ve çeşitli makamlar –yerel ve ulusal düzeyde adalete erişmenize yardımcı olabilecek polis, mahkemeler ve diğer makamlar – hakkında bilgi sahibi olmanız gerekecektir. Aynı zamanda stratejinizi genel durumunuzun ve organizasyon yapınızın ve olanaklarının analizine dayanarak dikkatlice tasarlamanız gerekecektir. Yerel ve ulusal durumunuzda polise veya yasal sisteme başvurmak ilk başta yararsız görünse de uluslararası sistemlere başvurmadan önce yerel ve ulusal sistemlerin imkanlarının ne olduğunu araştırmak önemlidir. Özellikle yerel ve ulusal sistemlerin iyi çalışmasını sağlamak, insan haklarını desteklemenin en temel faaliyetidir. Yerel ve ulusal yasal yolların bulunmadığı kimi ülkelerde vardır, ancak insanların yerel hukukta haklarını korumaya gerçekten yardımcı olabilecek yasalardan habersiz olduğu haller de epeyi yaygındır. Ayrıca da uluslararası mahkemelere özel bir davayı götürmek veya yerelsistemleri şikâyet etmek için öncelikle ulusal düzeyde iç hukuk yollarını dikkatlekullanmanız gerekecektir. Sonraki üç videomuzda, din ve inanç özgürlüğü ihlallerinde, adalete erişim için uluslararası düzeylere nasıl başvuru yapılacağına ve nasıl kullanılacağına göz atacağız.
Telif Hakkı SMC 2017
End of Transcript
13. Adalete erişim – Küresel düzeyde adalete erişim
Küresel düzeyde adalete erişim; yerel ve ulusal sistemlerden sonuç alınamadığında ne yapmalıyız? Adalete erişim ile ilgili diğer filmlerimizde bahsettiğimiz gibi, yasal adalete erişebileceğiniz ilk düzey, yerel ve ulusal düzeydir. Ancak bazı durumlarda, yerel ve ulusal sistemler yürürlükte olmayabilir veya etkili bir biçimde çalışamayabilir. Öyle hallerde, tüm yurt içinde iç hukuk yolları ve seçenekleri tükendiğinde veya yurt içindeki insan hakları seçenekleri zaten yürürlükte değilse ne yapabilirsiniz? Bu durumlarda iki olasılık vardır: Bölgesel insan hakları sistemleri ve küresel mekanizmalar.
Bu videomuzda, küresel mekanizmalara, yani, Birleşmiş Milletlerin insan hakları mekanizmalarına odaklanacağız. Birleşmiş Milletler insan hakları mekanizmalarının mahkemeler olmadığını akılda tutmak önemlidir. Yani yasal yaptırım yetkileri yoktur ve egemen devletlerin işlerine uluslararası müdahale emri veremezler. Uluslararası kolluk kuvveti yoktur. Birleşmiş Milletler insan hakları mekanizmalarının yapabileceği şey, insan haklarına saygı duymaları, korumaları ve bu hakları desteklemeleri için devletlere uluslararası baskı uygulamaktır. Bilmemizin yararlı olduğu üç Birleşmiş Milletler kuruluşu vardır. Bunlar, İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, İnsan Hakları Komitesi ve İnsan Hakları Konseyi’dir.
1. İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, genel olarak Birleşmiş Milletlerin insan hakları çalışmalarını destekler. Yüksek Komiserlik, örneğin yasama reformu veya yargı idaresi ile ilgili teknik eğitim sağlayarak Devletlere insan haklarını uygulamalarında destek sunar. Komiserlik aynı zamanda, örneğin insan hakları konusunda eğitimler sunarak, bireyleri güçlendirmeye de gayret eder.
2. Dünya hükümetleri dokuz temel insan hakları sözleşmesi veya antlaşması üzerinde karara varmışlardır. Bu anlaşmaların her biri için antlaşma kurulu adlı bir organ bulunmaktadır. Antlaşma Kurulu, devletlerin antlaşmayı uygulamak için neler yaptığını izleyen bağımsız uzmanların oluşturduğu bir komitedir. Din ve inanç özgürlüğü Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin (ICCPR) 18. maddesinde tanımlanmıştır. Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni izleyen antlaşma kuruluna “İnsan Hakları Komitesi” denilir. Hükümetinizin Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni imzalamış olması halinde, her dört yılda bir sözleşmede yer alan hakların ne şekilde uygulandığına dair Komiteye bir rapor sunması gerekir. Komite raporu inceler ve “nihai gözlemler” adı verilen bir belgeyle görüş ve önerilerini hükümete sunar. Sivil toplum örgütleri, gölge raporlar hazırlayarak ve ihlallere dikkat çekmek için komiteyle diyaloğa girerek bu sürece katkı sağlayabilir. Ülkenizin Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin Birinci İhtiyari Protokol adlı belgesini imzalayıp imzalamadığını biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, öğrenin! Ülkeniz bunu imzalamışsa, İnsan Hakları Komitesi’ne bireysel şikayetleri değerlendirme izni verilmiştir. Bunun anlamı şudur; ülkenizdeki herkes din ve inanç özgürlüğü ve diğer medeni ve siyasi hakları ihlal edildiğinde komiteye şikâyette bulunabilir. Şikayetler maruz kalan bireyler tarafından yapılabileceği gibi onların namında üçüncü kişilerce (sivil toplum örgütleri gibi) de yapılabilir. Ancak üçüncü kişiler sadece ihlale maruz kalan bireylerden alınan yazılı izin ile veya hapishanede olduğu için dış dünyaya erişme imkânı olmayan kişiler adına şikâyette bulunabilir. Dolayısıyla, İnsan Hakları Komitesi gibi antlaşma kurulları, devletlerin insan hakları antlaşmalarını nasıl uyguladıklarını izler, devlete önerilerde bulunur, bireysel şikayetleri alır ve bu doğrultuda hareket ederler. http://www.ohchr.org/EN/ProfessionalInterest/Pages/OPCCPR1.aspx
3. İnsan Hakları Konseyi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu – diğer bir deyişle BM’nin 193 üye ülkesi tarafından kurulmuştur. Genel Kurul, Konseye üye olacak 47 ülke seçer. Bu yüzden konsey üye olan 47 ülkenin diplomatlarından oluşan hükümetler arası bir kuruldur. İnsan Hakları Konseyi’nin görevi, tüm ülkelerde tüm insan haklarını güçlendirmek, desteklemek ve insan hakları ihlallerini belirlemektir. Konseyin, özellikle bilmenizde fayda olan iki çalışma şekli vardır – Evrensel Periyodik İnceleme ve Din ve inanç özgürlüğü ile ilgili özel raportör dahil olmak üzere, özel raportörler atama. Evrensel Periyodik İnceleme (UPR), Birlemiş Milletlere üye olan 193 devlet içinde tüm insan haklarına yönelik durumu inceler. Bu, ülkelerin güçlü, zayıf, zengin veya fakir olmalarına bakılmaksızın tüm Birleşmiş Milletler üyelerinin insan hakları sicillerinin aynı şekilde incelendiği bir süreçtir.
Evrensel Periyodik İnceleme, bir ülkede mevcut olan iyi uygulamaların ve deneyimlerin diğer ülkelerle paylaşıldığı bir değerlendirme sistemidir. Ancak “ilan etme ve mahcup etme” unsuru da vardır. Devletler, diğer devletler tarafından insan hakları yönünden zayıf noktalarının alenen gösterilmesinden memnun olmazlar ve bu nedenle birçok devlet diğerlerinin ne yaptığına bakmaksızın kendilerini geliştirmek için çaba sarf ederler.
nternet sitemizde “Evrensel Periyodik İnceleme” uygulamasının nasıl yapıldığı, nasıl çalıştığı ve sivil toplum örgütlerinin nasıl katılımda bulunabilecekleri ile ilgili ayrı bir film bulabilirsiniz. Dolayısıyla, İnsan Hakları Konseyi, Evrensel Periyodik incelemeden sorumludur. Konseyin çalışmalarının bir başka şekli ise ‘özel prosedürler’ adı verilen prosedürler belirlemektir; bunlar, bir çalışma grubu içinde veya bireysel olarak belirli bir konuyu veya ülkeyi gözden geçiren ve bağımsız uzman veya özel raportör unvanına sahip olan bağımsız yetkin bireylerdir.
Din ve inanç özgürlüğü ile ilgili özel raportörlük, ifade özgürlüğü ile ilgili özel raportörlük ve azınlık konuları ile ilgili özel raportörlük, tematik ‘özel prosedürler ’in üç örneğidir. Aynı zamanda, Konsey tarafından Eritre ve İran gibi insan hakları durumunun özellikle kötü olarak ele alındığı kimi ülkeler için atanmış özel raportörler de vardır. OHCHR’in web sayfasında hangi ülke ve konuların özel raportörleri veya çalışma grupları olduğu ile ilgili daha fazla bilgi bulabilirsiniz. Ülkenize atanmış özel bir raportör varsa,bunu bilmek önemlidir!
ŞimdiBirleşmiş Milletler Din ve İnanç Özgürlükleri özel raportörünün – Sayın AhmedShaheed – görevlerine odaklanalım. Özel raportörün görevleri şunlardır:
– din ve inanç özgürlüğünün korunması ve desteklenmesi amacıyla gerekli adımları atmaları için hükümetleri teşvik etmek;
– din ve inanç özgürlüğüne yönelik engelleri belirlemek ve bunları giderme yöntemleri önermek;
– din ve inanç özgürlüğü ihlallerini incelemek;
– ve cinsiyet perspektifi uygulamak.
Raportörün çeşitli çalışma yöntemleri vardır: Bunlardan bir tanesi, vakaları incelemek ve iyi uygulamaları öğrenmek için ülke araştırma ziyaretleri yapmaktır. Ziyaretler ilgili hükümetin daveti üzerine yapılır.
Özel raportör aynı zamanda bireylerden veya örgütlerden gelen ihlaller hakkındaki şikayetleri de alır. Şikayetler, İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin web sayfasında bulunan online bir form kanalıyla iletilebilir. Şikayetler iletildiğinde, hakkında şikâyette bulunduğunuz olayın ayrıntıları ve devletin ne gibi adımlar attığını içerecek şekilde bilgilerin tam olması gerektiğini aklınızda tutmanızda fayda var. Raportörün sadece mağdurun, ailesinin veya yasal kurulca verilen izin ile eyleme geçebileceğini unutmayın.
Şikayetler önemlidir, çünkü din ve inanç özgürlüğü ihlalinin gerçekleştiğine dair yeterli kanıt sağlamaları halinde, özel raportör, açıklamalar sağlamak ve çözümler önermek üzere ilgili devlete açıklamalarda bulunması ve çözüm üretmesi için talepte bulunan acil bir çağrı yapabilir veya iddianame yazabilir.
Bölgesel mahkemelere veya BM Antlaşma Kurulu’na yapılan şikayetlerden farklı olarak mağdurlar, ulusal çözüm yollarını kullanmadan önce ve söz konusu devlet ilgili insan hakları sözleşmelerini imzalamamış olsa dahi özel bir raportör ile davalarını ortaya atabilirler.
Özel raportör ve söz konusu devlet arasındaki iletişim başlangıçta gizlidir, ancak gönderilen tüm bildirimler ve alınan yanıtların tam metni yılda üç kez İnsan Hakları Konseyi’ne gönderilen görüşme raporlarında yayımlanır. Mağdur oldukları iddia edilen kişilerin isimleri genellikle bu görüşme ve raporlarda yer alır, ancak bazen gizlilik ve koruma endişesi nedeniyle isimleri çıkarılabilir. Bilgi kaynağının kimliği her zaman gizli tutulur: Hükümete gönderilen görüşmelerde veya kamu görüşme raporunda yer almaz.
Özel Raportörden İnsan Hakları Konseyi’ne gönderilen raporlar Evrensel Periyodik İnceleme süreci için yararlı kaynaklar ve önemli girdilerdir. Özel raportörler yoğun bir şekilde çalışırlar, ancak kısıtlı zamanları vardır. Bunun nedeni, kendilerine ödeme yapılmaması ve aynı anda başka bir işe sahip olarak raportörlük çalışmalarını yapmak zorunda olmalarıdır.
Daha önce Birleşmiş Milletler ile bağlantı kurmadıysanız, muhtemelen bu bilgiler kulağa oldukça bürokratik ve karmaşık gelir. Ancak cesaretiniz kırılmasın! Sıradan insanlar ve örgütler için bu bilgiyi kullanmak mümkündür. Özel raportör ile temasa geçmek düşündüğünüzden daha kolaydır.
Özetleyecek olursak; Yerel ve ulusal adalet sistemleri çalışmadığında, Birleşmiş Milletler küresel insan hakları mekanizmaları kanalıyla ihlallere dikkat çekebilirsiniz. İnsan Hakları Komitesi, devletlerin din ve inanç özgürlüğü de dahil olmak üzere Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde belirtilen hakları uygun şekilde yerine getirip getirmediklerini izler. Devletler her dört yılda bir komiteye rapor sunmak zorundadırlar ve Komite devletlere durumu iyileştirmek için atabilecekleri adımları önerir.
nsan Hakları Konseyi, her dört buçuk yılda bir dünyadaki her bir ülkenin insan hakları durumunu inceleyen Evrensel Periyodik İnceleme sistemini yönetir. Sivil toplumun bu incelemeye yönelik ihlaller ile ilgili bilgi sağlamalarının birkaç yöntemi vardır, dolayısıyla bu konuya dair daha fazla bilgi için ayrı videoyu izleyin.
Konsey ayrıca özel raportörler atar. Din ve inanç özgürlüğü ile ilgilenen özel raportör bunlardan biridir ve ülke ziyaretleri yapar, ihlaller ile ilgili şikayetleri alır, bunlara göre davranır ve din ve inanç özgürlüğü konusunda raporlar hazırlar.
Yerel, ulusal ve bölgesel adalet sistemleri, bu küresel insan hakları mekanizmaları ile birlikte, din ve inanç özgürlüğü ihlalleri de dahil olmak üzere insan hakları ihlalleri ile ilgili adaleti sağlamak için başvurabileceğimiz geniş bir çerçeve oluşturur.
Telif Hakkı SMC 2017
End of Transcript
14. Adalete erişim – Evrensel Periyodik İnceleme
Bu videoda, sivil toplum örgütlerinin insan hakları ihlallerine küresel düzeyde nasıl dikkat çekebileceklerine ve değişim için nasıl çalışabileceklerine göz atacağız – Evrensel Periyodik İnceleme veya UPR.
Evrensel Periyodik İnceleme, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi tarafından yapılır. Konsey, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından seçilen 47 ülke temsilcilerinden seçilir. Konsey yılda üç kez Cenevre’de toplanır. Birleşmiş Milletler TV kanalı, UNTV’de bulunan bağlantı aracılığıyla Konsey oturumlarını izleyebilirsiniz. (http://webtv.un.org/) İnsan Hakları Konseyinin görevi, tüm ülkelerdeki tüm insan haklarını güçlendirmek, desteklemek ve insan hakları ihlallerini belirlemektir.
Evrensel Periyodik İnceleme bu çalışmaların iyi bir örneğidir. Evrensel Periyodik İnceleme, Birleşmiş Milletlerin 193 üye devletindeki tüm insan haklarına yönelik durumu inceler. Bu ülkelerin güçlü, zayıf, zengin veya fakir olmalarına bakılmaksızın Birleşmiş Milletler üye devletlerinin insan hakları sicillerinin aynı şekilde incelendiği bir süreçtir. Evrensel Periyodik İnceleme, bir ülkede mevcut olan iyi uygulamaların ve deneyimlerin diğer ülkelerle paylaşıldığı bir emsal değerlendirme sistemidir. Ancak “ilan etme ve mahcup etme” unsuru da vardır. Devletler, diğer devletler tarafından insan hakları yönünden zayıf noktalarının alenen gösterilmesinden memnun olmazlar ve bu nedenle birçok devlet diğerleri yapamasa da gelişmek için çaba sarf eder. O halde, Evrensel Periyodik İnceleme uygulamada nasıl çalışır? Her yıl 42 ülke incelenir, yani, Birleşmiş Milletlere üye olan her ülke her dört buçuk yılda bir incelenmeye tabi tutulur. İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin internet sayfasında Evrensel Periyodik İncelemelere yönelik zaman çizelgesi için bir link bulabilirsiniz – Ülkenizin bir dahaki sefere ne zaman inceleneceğini bilmek iyi bir fikridir!
Evrensel Periyodik İnceleme süreci dört aşamadan oluşur: İlk olarak, biri incelenen hükümetten gelen, diğeri Birleşmiş Milletler uzmanlarınca hazırlanan girdileri özetleyen ve bir diğeri ise sivil toplum ve ulusal insan hakları kuruluşlarından gelen girdileri/bilgileri özetleyen üç rapor hazırlanır ve İnsan Hakları Konsey’ine sunulur.
Hükümet raporu 20 sayfa uzunluğundadır, dolayısıyla bu rapor gerçekten oldukça kısadır! Hükümet raporun konusu olarak ülkedeki insan hakları durumunu nasıl gördüklerini ve ülkede yapılan son incelemeden bu yana İnsan Hakları Konseyi tarafından yapılan önerileri uygulamak için neler yapıldığını açıklar. Hükümetin rapor hazırlanırken ülkedeki sivil toplum örgütleri ile görüştüğü ifade edilir.
Birleşmiş Milletler uzmanlarından gelen bilgileri özetleyen rapor 10 sayfa uzunluğundadır ve İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından hazırlanır. Birleşmiş Milletler din ve inanç özgürlüğü Özel Raportörünün sunduğu bilgiler de bu raporda yer alır.
İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de ayrıca Ulusal İnsan Hakları Kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden ülkedeki insan hakları durumuna ilişkin olarak gelen güvenilir bilgileri özetleyen 10 sayfalık bir rapor hazırlar.
Sivil toplum örgütlerinin, hükümet görüşmelerinin bir parçası olarak, özel raportör ile temasa geçerek ve Ulusal İnsan Hakları Kuruluşları veya diğer sivil toplum örgütleri tarafından raporlara bildirim yaparak veya kendi hazırladıkları raporu Yüksek Komiserliğe göstererek bu üç rapora bilgi sağlamaları mümkündür. Herhangi bir sivil toplum kuruluşu rapor gönderebilir – BM tarafından yetkilendirilmenize gerek yoktur Elbette tüm bunları yapmak çok fazla çalışma demektir. Birçok örgüt için en iyi başlangıç, Ulusal İnsan Hakları Kuruluşlarına, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerine ve Özel Raportöre ihlallere yönelik iyi bir şekilde düzenlenmiş bilgileri göndermektir. Böylece sorunlarınız bu kişi veya kuruluşların raporlarında yer alabilecektir.
Bu üç rapor inceleme için temel oluşturur ve Evrensel Periyodik İnceleme başlamadan önce kısaca kamuya açıklanır.
Evrensel Periyodik İnceleme sürecinin ikinci aşaması, Cenevre’deki İnsan Hakları Konseyi’nde yapılan üç buçuk saatlik inceleme oturumudur. Bu oturum sırasında, Konsey üyesi herhangi bir ülke raporlarla ilgili yorumda bulunabilir ve hükümetin durumu iyileştirmek için neler yapabileceğine dair öneriler sunabilir. İnceleme oturumunda açıklama yapamasalar da Birleşmiş Milletler tarafından yetki verilmiş sivil toplum örgütleri bu inceleme oturumlarını gözlemeyebilir ve onlarla bağlantı kurarak seminerler ve kulis görüşmeleri düzenlerler. Sürecin üçüncü aşaması, incelemeyi özetleyen ve Konsey’in hükümete sunduğu önerileri listeleyen bir rapor yayımlamaktır.
Bundan sonra hükümet bu önerilere yönelik olarak yazılı bir yanıt sunar. Hükümetler genellikle bazı öneriler için teminat verirler, diğerleri ile ilgili yapılan çalışmaların gecikme nedenlerini sunarlar ve kimi önerileri ise reddederler veya ‘not alırlar’. Bu yazılı yanıtlar İnsan Hakları Konseyi’nin düzenli oturumlarında tartışılır ve Birleşmiş Milletler tarafından yetki verilmiş sivil toplum örgütlerinin bu oturumlarda açıklama yapmalarına imkân verilir.
Sürecin son ve en önemli aşaması elbette ki hükümetin taahhütlerine uygun şekilde hareket etmesinin beklendiği, incelemeyi takip edeb dört buçuk yıllık uygulama sürecidir. Bu taahhütlere uygun şekilde hareket edilip edilmediğini izleme ve uygulamaya yönelik destekleme sivil toplum için önemli görevlerdir.
Sivil toplum görüşleri, İnsan Hakları Konseyi’nin önerileri ve hükümetin taahhütleri dahil olmak üzere Evrensel Periyodik İncelemeye ilişkin belgelerin tümü İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin web sayfasında yayımlanır. Savunma çalışmanızda bu belgelere atıfta bulanabileceğiniz için, öneriler ve taahhütler ile ilgili bilgi sahibi olmanız gerçekten faydalıdır. Ulusal basının sıklıkla ülkeye yönelik bu incelemelere önem vermesi, üzerinde çalıştığınız konulara dikkat çekebilmeniz açısından sizlere fırsat oluşturur.
Deneyimler, Evrensel Periyodik İncelemenin takibi ve buraya sivil toplum bilgisi sağlamada birbirinden ayrı pek çok örgütün organize olmamış bir şekilde bunu yapmalarından ziyade bir koalisyon oluşturmalarının en etkili yol olduğunu göstermiştir. Hangi sivil toplum örgütleri ve inanç toplulukları sizinle iş birliği yapabilir? Evrensel Periyodik İnceleme ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve hükümetinizi etkilemeye yönelik sivil diğer sivil toplum örgütleri ile bağlantı kurmak için en iyi yer, Cenevre’de bulunan UPR Info adlı bir sivil toplum örgütüdür. UPR Info Evrensel Periyodik İnceleme farkındalığını arttırmak için çalışır ve sivil toplum örgütleri ile diğer aktörlerin UPR ile yakın ilişkiler kurma kapasitelerini geliştirir.
Özetleyecek olursak: Evrensel Periyodik İnceleme (UPR) Birleşmiş Milletlere üye 193 devletteki tüm insan hakları durumunu denetler. Her ülke her dört buçuk yılda bir incelenir. İnceleme süreci birkaç aşamadan oluşur:
1. İlk aşama, ilki ilgili devlet tarafından, diğeri BM uzmanlarınca ve bir diğeri ise sivil toplum ve ulusal insan hakları kuruluşları tarafından üç rapor hazırlanmasıdır.
2. İnsan Hakları Konseyi bu raporları üç buçuk saatlik bir
3. İnceleme oturumunun ardından, Konsey önerilerini içeren bir rapor yayımlanır.
4. Ve ilgili hükümet, bazı önerileri yerine getirmeyi taahhüt ederek, diğerleri ile ilgili çalışmaların gecikme nedenlerini sunarak veya önerilere yönelik herhangi bir eylem taahhüt etmeksizin, bunları sadece not alarak yazılı bir yanıt sunar.
Takip eden dört buçuk yıl süresince hükümet taahhütlerini uygulamalıdır. Sivil toplum bunu izleyebilir ve hem konsey önerileri hem de hükümetin taahhütleri savunma çalışmasında yararlı olur. Web sayfamızda, İnsan Hakları Konseyi’nin web sayfasına bir bağlantı ve ayrıca din ve inanç özgürlüğü durumunuzu desteklemeye yönelik olarak örgütünüze yardımcı olacak filmler ve diğer kaynakları da bulacaksınız.
Telif Hakkı SMC 2017
End of Transcript